Archive for 2009

  • öyle oldu

    8

    ciddi konularda yıldız yazarımız eleanor (m/l) sazı eline aldığına göre, ben de artık her zaman içimden geçeni yapıp, işin magazinel boyutuna eğilebilirim sevgili mybrute fanları. diğer yazarlarımız ise, bilmiyorum, galiba öldüler. özellikle altlejant. nerede bu adam? bulana veya getirene tam yüz bin lira vereceğiz.

    bilindiği gibi blogda kaliteli tavrından ödün vermeyen tek yazarımız fantaghiro. (hiçbir şey yazmadı.) önceleri çin hükümetinin baskıları nedeniyle yazamadığını söylüyordu, bu aralar da davetlerden başını kaldırıp klavyeyi ellemeye zaman bulamıyormuş. yine de kendisinden ümidi kesmiş değiliz değerli jefferson airplane severler. çok yakında taze zirve haberleri ve hoşsohbet arıların imrenilesi yaşam öyküleriyle aramızda olacak.

    bilmem dikkatinizi çekti mi (çekmediyse çeksin diye belirtiyorum), yeni bir oyunumuz var. flash dünyasının kültlerinden, robokill. oyunun konusu gerçekten de helolalora?'ya yakışacak orijinallikte: şimdi robotlar var tamam mı, öldürüyonuz bunları, öldürdükçe para kazanıyonuz, kazandığınız paralarla daha büyük silahlar alıp daha çok robot öldürmeç. o değil de, nereden baksan 1983 yılından beri robot öldürme sektöründeyim, bu şebelekler ölürken katillerine miras bırakma huyundan bir türlü vazgeçemediler. o nedenle bir yere varamıyorlar.

    çok teknolojik bir takım yöntemlerle yaptığım ölçümlere göre, blogumuzun cinsel eğitim departmanı olan kinsey enstitüsü linkine hiçbir okuyucumuz (ve yazarlardan da ahmak ı hayal) bugüne dek bir kere bile tıklamamış. oysa sağlıklı bir cinsel yaşantı muasır toplumun şah temelidir... şah damarıdır... şahgagasıdır. oraya pornstars catalogue linki koysak hit rekoru kırardı ama. değil mi ahmak?

  • adını sen koy

    4

    bu yazıyı canım ciğerim kraliçeme ithaf ediyorum önce , mademoiselle queenie rica etmişti benden. gerçi o sözlüğe yaz dedi ama üzgünüm kraliçem buraya yazacağım. ayrıca rimbaud arkadaşa da verdiğim sözü tutmuş olayım.

    malum saçma sapan bir dönemden geçiyoruz, çocuklar ölüyor, ceylanlar ve seraplar, hapislere atılıyor çocuklar sonra, devletin panzerine taşla "saldırdığı" için, ilerde azılı bir "terörist" olma potansiyeline dayanarak olabildiğince faşizan bir niyet okuyuculukla çocuklar hapislere atılıyor. böylece bölge halkının geleceği içeriye tıkılmış oluyor. küçükten başı eziliyor olası "gerilla"ların.

    en son dtp kapatıldı malum, muşta yaşanan olaylarda tuzu biberi oldu bu sürecin. dtp kapatıldı ve kürt halkı sokaklara döküldü , abdullah öcalan ın teciritiyle aynı döneme getirildi ve kürtler tepkilerini gösterdi , anayasal bir hak olan gösteri ve yürüyüş hakkına dayanarak, gösteri ve yürüyüş yaptılar. ancak; şu bilinir ki bu memlekette haklar sadece anayasada yazılı olarak kalır. hakkını kullanmak yürek ister , hele de devletin polisine karşı yürek de yetmez ya neyse.

    türk siyasi tarihinin gördüğü en saçma sapan kararlardan biridir dtp nin kapatılması. hep, dep, hadep, dehap ve dtp, aynı siyasal gücün legalleşmiş halidir. kürt hareketinin türkiye parlamentosunda varoluş şekli. nedir bu derece korkutan bu adamları anlamıyorum. her seferinde kapatıyorsunuz aynı gerekçelerle -bölücülük, pkk nin siyasi kanadı olma v.s.- her seferinde açıyor bu adamlar aynı gerekçelerle - bölge halkının taleplerinin parlamentoda dile getirilmesi-. yine açacaklar yeni partiyi ki en son ismi hazırdı bildiğim : btp barış ve demokrasi partisi açılımı da sanırım. yine varolacaklar parlamentoda ve istifa da etmediler milletvekilliğinden ki olması gereken de buydu . meydan bırakılmamalı. sonuçta bir dava var savunulması gereken ve bunun yeri parlamento olmalı ilk önce. bu konuda destekliyorum vekilleri. bu adamların bir derdi var sayın ahali, dile getirmek gibi bir amaçları da var. sövseniz de dövseniz de, vazgeçiremeyeceksiniz, ahmet türk ve çok sevgili aysel tuğluk' u- ki dtp ve genel anlamda kürt hareketi içinde sosyalist bakışa en çok sahip olan insanlardan biridir ve cidden var olan sorunu -kürt sorununu- birlik ve beraberlik dahilinde çözmeye en niyetli insanlardan biridir. sandığınız gibi ayrılıkçı değil bütünlüğü savunan bir güzel kadındır.-sustursanız ne çıkar başkaları gelir nasılsa; bir gider bin gelirler, inançları bu yönde çünkü; bu sorun konuşulmadan çözülmeyecek. tüm mesele bu, istediğiniz açılımı yapın , içi boş olduktan sonra ne fark eder. bu kürt açılımının ne olduğunu anlayabilen var mı bu arada? ben kendimi tamamen aptal hissediyorum bu konuda bir bok anlamadım .

    neymiş dtp nin suçu, pkk ye terörist demiyormuş, apo ya sayın öcalan diyormuş, apo nun tecrit haline karşı duruyormuş sağlığını gün be gün takip ediyormuş, ya ne olacağıdı? bu adamların tabanı aynı ve pkk bu gün bu topraklardan besleniyorsa eğer evet destekçileri var evet kürtlerin büyük çoğunluğunun pkk ye sempatisi var, evet halk -maalesef ki- öcalan ı lider olarak görüyor. ve keşke dtp , pkk nin sözcüsü olsa, siyasi kanadı hani, sinnfein in ira nın kanadı olması gibi. keşke olsa da konuşabilse adına da taraf ve muhatap belli olsa. keşke sözcüsü olsa da , dtp nin pkk üstünde söz söyleme hakkı ve eylemsellikten vazgeçirme gücü olsa. ama yok. siyasi kanadı değil, maalesef ki, sevgili ahmet türk ün dediği gibi sözcüsü değiller keşke olsalar.

    durum şudur, hareketli günler bekliyor bizi. muşta verilen start orayla sonlanmayacak belli.her ne kadar muşta yaşananların derin devletin işi olduğu ortada olsa da, şimdiye kadar asker-polis kisvesiyle halletmişlerdi işlerini şimdi esnaf görüntüsüyle çıktılar ortaya, bizler durumu anlasak da sevgili faşistlerimiz bunun sıradan halk tepkisi olduğunu sanacaklar ve bu onlara benzerini başka bir yerde yapma meşruiyetini vermiş olacak. şu anda kürtleri öldürmek artık meşruu faşistler için, korkutan da bu. ülkü ocakları mhp ile bağlantısını kesti ve sokağa çıkma kararı aldı , bu şu demek; mhp diyor ki, gidin koçlarım sokaklara çıkın ve kürtleri avlayın, vatan sizden hizmet bekler, ama ben arkanızda olmayacağım yani en azından açıktan şimdilik tabii, el altından desteklerim sizi.

    haydı bakalım, kaos bekler bizi. bu şartlar dahilinde bu ülkede solcular vardı bi aralar hani? nerde bu adamlar? ,nedir yani? ne bekliyorlar ki hala müdahale için, ne legal ne illegal net bir ses duyan var mı? elma dersem çık armut dersem çıkma!!!

  • güncel bişeyler

    7

    epey karıştı yine ortalık, herkes bir yerlerden tutup ipleri çekiyor babam da çekiyor. canım sıkkın nasıl nerden başlayayım bilmiyorum. paylaşıyorum aklımdakileri , yüreğimi, beynimi döküyorum yine bu satırlara.

    nereye gidiyor bu ülke diye sormaktan alamıyorum kendimi. hep aynı soru yıllardan beri hala, kemalistler gibi şeriat korkusuyla değil ya da koskoca ülkeye her an ortadan ikiye ayrılacak bir çarşafmış gibi davranan cümle ulusalcılar gibi değil- ki tanıyanlar bilir tiksinirim her iki gruptan da , şeriatçılar da dahil, yani ezcümle gericiler mide bulantısı yaratır ben de, psikolojik zannımca ilacı falan da yok.

    kürt ve türk milliyetçiler ; rica ederim yakamızdan düşün, cehennem olun gidin, ne haliniz varsa görün, birbirinizi kesmek mi istiyorsunuz arkadaşım, buyrun kesin ama rahat bırakın bizi ,bu güzelim halkı rahat bırakın artık, rahat bırakın serapları ve ceylanları, uğurları ve diğerlerini, hep beraber tüm kayıplarımızı sahiplenmeyin artık." şehid na mırın"" ya da şehitler ölmez", duymak istemiyorum artık bu sözleri , bir şey ifade etmiyor bana, zannetmiyorum ki ailelerine de ifade etsin ve insanım ben diyen herkese. birilerinin oyunları desek de yetmiyor, amerika iran' ı tek bırakıp istediği gibi saldırmak için etrafını zayıflatıyor desek de yetmez, olası bir türk- kürt iç savaşı tüm komşularına sıçrayacak türkiye nin, özellikle iran' a desek de bişey ifade etmez. çünkü; bu iki gerizekalı grubun bunları anlayacak kapasiteye sahip olduğunu sanmıyorum.

    dtp yi kapatsanız ne olacak , adamlar çoktan hazırlamıştır yeni partinin ismini ve kurucularını, sen ahmet türk ve aysel tuğluk 'u susturup emine ayna ve diğer şahinlere buyrun meydan sizin artık demenin mantığını açıkla bana , tabii niyetin cidden bu sorunu - kürt sorununu - çözmekse. iki tarafın şahinleri dökülüyor yollara ve uzlaşmaya açık insanlar susturuluyor , nedir bunun anlamı? hadi buyrun birbirinizi kesin değildir de nedir?

    canım sıkkın hem de çok. at başı gidiyoruz iç savaşa, birbirimizi keser dururuz artık, ırak gibi. yüreğim daralıyor düşündükçe gelecek günleri.komşu komşuya düşman, izmir e kürtler giremez, diyarbakır a türkler, dersimin adı geri verilse ne bu durumda,bizi birbirimize düşman etmeye, geleceğimizi karartmaya ne hakkınız var?

  • aslında başlık yok

    3


    türkiye sınai kalkınma bankası nın alsancak ikinci kordon da şubesi var. harflerin tek tek pleksiglas kutulara yazılı olduğu bir tabelası mevcut. böyle yan yana otuz üç adet beyaz kutu. bu haliyle bin dokuz yüz ellilerden kalmış gibi duruyor. zaten banka da o yıllarda dünya bankası nın desteğiyle kurulmuş; marshall yardımıyla kimlere kredi verilecek, kimler milli sermayedar olacak, kimler zengin edilecek, hep burada karar verilmiş. banka sermaye sağladığı kuruluşlara ortak olmuş, daha sonra bu kuruluşlar parayı bulunca banka o kuruluşların hisselerini halka satmış, sermaye piyasasının semirmesine ön ayak olmuş. tabii ben dün tabelayı görene kadar tüm bunlardan bihaber mutlu mesut yaşıyordum. şimdiyse korkuyorum. sanki hep ortada duran ama kimsenin farketmediği hakiki bir komplonun farkına varmış gibiyim.


    her şey o uğursuz tabelanın ardında oluyor. özellikle anakronik olsun diye yapılsa bu kadar olmazdı. içerde kloş etekli kadınlar dolaşıyor herhal. acaba hala ellileri mi yaşıyor abiler? ellerinde eskiden mutemetlerin taşıdığı deri çantalarla büyük şehirlerden, taşradan gelmiş, kalın enseli, gizemli, türkiye yi kalkındıracak makosenli adamlar. irili ufaklı adnan menderes klonları. sanki gizli, kimsenin bilmediği, hatta adına çalışanların bile adına çalıştıklarının farkında olmadığı kağıt üzerinde asla varolmamış bir örgütün üyeleri gibiler. ikinci dünya savaşından taze çıkılmış. yeni bir dünya kurulmak üzere. üretim ve tüketim çılgınlığına az kalmış. yeryüzü yeni zenginleriyle tanışmaya hazırlanıyor. anadolu nun bağrına bağrına kanser gibi yayılacak taşralı zenginler yaratılıyor. çaktırmadan yeniden yapılandırılan bir türkiye nin temelleri, hareketin bir tür sessizliğe neden olduğu, devasa büro masaları, sümenler ve bıyıklar arasında atılıyor. hem burdalar, hem de başka bir zamandalar. sanki şu şortlu, gayrı ciddi halimle odanın ortasına yarrak gibi dalsam her şey dağılacak, zaman duracak gibi. hayatımdan endişe ediyorum. vertigo olabilir mi?

    (logodaki "K" harfinin nasıl da kalkındığını görüyorsunuz)

    tembel, aramızdaki kozmik uyumu da fark etmedim değil, benimle evlenir misin?

  • cırcır

    bir dudağı mekke'de bir dudağı medine'de bir ülkede müslümanca yaşamayı istemek? şimdi bize de cedayca yaşamayı isteme hakkı doğmuş oldu mu?

    gece gelme gündüz gel, kimse duymaz giz olur.

    mahmur beste dedi ki: "bilseydim beklerdim oyun bitez yalısına kadar."

    sus da dinle! yeni bir deste.


    geçenlerde bir tahsilat işi için sgk'ya gittim. mesai 8.30'da başlıyor ama, ben önceden malumatlı olduğumdan 8.00 olmadan varmıştım. olay şu: içeriye, teknoloji tarihinin en önemli icatlarından olan, düğmesine basılınca sıra numarası veren dalgadan koymuşlar. dışarıya da bir kağıt asmışlar. 8.00'dan önce gidip isminizi o kağıda yazıyorsunuz. 8.00'da ise, güvenlik görevlisi bir arkadaş, elinde dalgaya beş yüz defa arka arkaya basmak suretiyle elde ettiği bir tomar sıra numarasıyla dışarı çıkıp listedeki isimleri sırayla bağırarak okuma yöntemiyle numara dağıtıyor. saat 8.30 olduğunda, ellerinde numaraları, halkımız mutlu mesut kontuarlara hücum ediyor.


    hiç kuşku yok ki teknoloji tarihinin en önemli icadı emziktir.


    sgk'nın logosu nedir o öyle allasen? tabelacılar çarşısında mı yaptırmışlar?



    simidin ortasındaki o derin ve lirik boşluk, konu gevrek olunca, serin ve kikirik bir boşluğa dönüşey ansızın.

    benim altı yaşından beri vertigo'm var. bir gün olsun konu ettim mi?

    vingardium levioosaa!

  • vertigo

    5

    u2 nun şarkısı ya da hitchcock un bir filmi değil mevzuu olan vertigo. şu pilotların başına gelen yükseklikten kaynaklı baş dönmesi de değil.

    bildiğin hastalık, kafası güzel hastalık.

    şimdi mevzuu şu; benim vertigom var, ı have a vertigo, bak cümle içinde de kullandım oldu bitti. başım dönüyor arkadaşlar, her daim kafam güzel, düşünün; başbakanın deyişiyle sulu -kuru takıldınız bir gece sabah kalktınız hani ağrıyı falan geçtim şöyle bir sersem salak olursunuz, aklınızı bir süre toparlayamazsınız falan , ha işte benim son bir kaç gündür böyle. başım dönüyor diyorum , hafif de midem bulanıyor,üşüttüm herhal geçer, e kulaklarımda çın çın çınlıyor, ulan dedim hayırdır beni kim anıyor ? yalnız bu her kimse niye allah ın her günü anıyor? öyle böyle atlatacaz derken geçen allah sizi inandırsın bir döndü başım dedim durdurun dünyayı inecek var, bu ne lan böyle ? nasıl böyle fırıl fırıl beynimin içi, kulaklarda başladı ötmeye , derken mide bağırmaya başladı ben de burdayım diye, organlarım kendince bir orkestra olduklarını düşünüyorlar sanırım. her neyse ; öğrendim ki, bu gelen atlı mıdır bağdatlı mıdır derken derken, gelen vertigoymuş. tedavi falan da olmuyormuş, ilaç alcaz da etkilerini azaltcaz biraz.

    aslında sevdim de ben bu işi, onca zamandır içerim, ben bu kadar kafa olmamıştım hiç, beyincik denen zerzevat yani bende ki, istifa etmiş görevinden denge falan kalmamış bende. yani; dengesizim ben, tutarsız olma ihtimalim de var. güven olmaz bana valla bak. ben bu saatten sonra hiç güvenmem kendime misal.

    öyle acayip bir durumdayım, napsam ki ben? fena değil aslında kafan güzel ya söylenenlere kulak asmıyorsun hiç, zaten kulakların çınladığı için kimini duyuyon kimini duymuyon, dengeli olmayı hiç sevmem zaten, dengesizlik iyidir, hayata renk katar, sevdim lan ben bu işi. çok klas da bi adı var. bak şuna ya , asalete bak; ver-ti-go. şarkısı bilem var. daha nolsun? bana da böyle bir hastalık yakışır ne yani saman nezlesi olacaktım da, hapşır, aksır mı geçirecektim günlerimi? değil mi tembel?

  • deep purple

    4

    ne diyem bilemedim hani başlık olaraktan. canlarım ve de ciğerlerim biliyorum kıskançlıktan çatlayacak bazılarınız, arkadaşım bu da oldu, ben şu ahir ömrümde bir zavallı kul olarak onca basitliğimle bu rock tanrılarını canlı canlı hem de capcanlı dinledim. bu gözler ıan gillian ı , steve morse u gördü, onun gitarını attığı soloları dinledi, öbürünün sesini duydu.

    tamam, yaşlılar falan, tamam bir child ın time yoktu repertuarda, hani boynum bükülmedi mi büküldü, ama olsundu hush yaptık mı beraber, perfect strangers, highway star , hep beraber
    sometimes ı feel screaming dik anacım , dana nolsundu , üstüne de bir smoke on the waters gitti mi valla cila oldu diyeyim anlayın siz.

    şu anda boynum yarı tutuk ve sesim kısık gibi, hani bacaklarım ağrıyor zıplamaktan, yarın işe leş mi gitcem evet, ama söyleyeceğim tek şey siktiirrrrr etttttttttt.

    we want purple ulan bu kadar yani.

  • hola

    0

    - bu sıcaklarda ilaç gibi kampanyası neden yapılmıyor ki, kota, bota, kampanya yapmak yerine.

    - tam mybrute'un esiri oldum lan derken, maybürüt gerçek oldu. bizim bürüt, üstelik, hem mecazi hem gerçek anlamda, gece gündüz suratıma sıçmakla meşgul. tornado of blows yaklaşımı sergiliyor.

    - bir şey bakanı binali yıldırım üçüncü köprünün güzergahını sır gibi saklamaktaymış. arazi rantı şey olmasın diyerekten. güzergahı bir bond çantaya kilitlemiş, çantayı bileğine kelepçelemiş, anahtarı hızlı trenle ankara'ya göndermiş. ömürsün binali abi. ömür tesislerinde peynirli omlet keyfisin.

    - ben "usta kıç çatalı" olgusuna bu şantiyede doydum arkadaş. iyice saçma bir hal alan sıcakların da etkisiyle, ustalar efil efil, ruh sağlığım sallantıda.

    - o değil de, bu muhafazakar mukaddesatçı aklın fatih sultan mehmet'e bu kadar düşkün oluşu, ismini gemilere, bulvarlara verişi nedir allasen? bir yanda 15. yy itibarıyla müslüman bir hükümdar olarak gentile bellini'yi italyalardan getirip portresini yaptıran, istanbul'u alışının akabinde "hektor'un öcünü aldık." diye demeç veren fatih, diğer yanda bay yumurta kafa ve kızıl kraliçe'nin iskambil kağıdından askerleri. mehmet'te ne buluyorsunuz?

    - sinemadan, gösteri dünyasından uzak kaldık. en son sinemaya gittiğimde antonio banderas almadovar filmlerinin aranan oyuncusuymuş. geçen bir baktım, aynı banderas, hollywood'da on beşinci malikanesini satıp on altıncısını almakla meşgulken ekranlara yansımış. multiplex enseli emlak simsarına bağlamış paşam. sinemadan koptuk.

    - otuz yedi kişilik adli tıp kurulu daha bir bağımsız mı oluyor ne? birkaç güçlü kuvvetli asistan da aldılar herhal aralarına.

    - hızlı mı, yavaş mı bilemem ama, zaman habire geçiyor arkadaş.

  • akepe

    siyaset nedir? iki kişinin olduğu yerde siyaset ya da politika başlar demiş aristo. insan politik bir hayvandır diye de eklemiş ardından. iki kişinin olduğu yerde iktidar kavgası başlar dersek, politika güçler savaşıdır diyebiliriz. iktidarı ele geçirme uğraşı.

    iktidar ise zorun meşrulaştırılmasıdır. güce dayanır, bu kaba kuvvet de olabilir, para da ya da zeka . amaç gücü elinde bulundurmak ve diğerlerini istediğin kalıba sokmaya çalışmaktır.

    neden anlatıyorum bunu? çünkü son seçimlerden beri özellikle akepe nin yaptığı budur. akepeyle beraber diğer toptan dinci güruh. sıradan insana uygulanan mahalle baskısı artık iyice dillenip toplumu şekillendirme yönüne iyiden iyiye girmiş bulunmaktadır. bu konuda basından ya da adını koyalım zaman gazetesinden de epey faydalanılmakta. başbakanın ağzından döküldüğü gibi bir biz ve onlar kavramları oluşmuştur. bu bize dahil olanlar iyilerdir, el üstünde tutulanlar, sistemden her türlü nemalananlar. bunun içine türbanlı, çarşaflı kadınlar, badem bıyıklı , çember sakallı, cüppeli fesli erkekler girmekte. her nevi tarikat bu bizden olma gücünden daha fazla pay alabilmek adına kendi aralarında kıyasıya bir savaş içerisindeyken, ötekilere karşı bir birlik beraberlik görüntüsü vermeye çalışmaktadır.

    yani; zaman gazetesinin yaptığı -her zaman yaptığı gibi hedef gösterme haberlerinden bir diğeri- idil biret in topkapı sarayında konser vereceği haberi üzerine , muhsin in tosuncuklarının topkapı sarayını basmasının anlamı budur. muhsin in tosuncukları da var olandan faydalanma yönünde biz de burdayız diyorlar . anladığım budur. bir de başka yönü, topkapı sarayının osmanlı bağlantısını göstererek, bir bizim kutsalımıza onlar elini süremez mantığı. yani yine bir biz ve onlar ayrımı. bu ayrım aslında uzundur vardı ama bu kadar kör gözüne sokularak da olmamıştı.

    neden acaba? bu biz ve onlar ayrımı nedendir? bu noktada biraz eskilere gitmek biraz tarihi eşelemek lazım. devrimimize bakmak ve devrim kavramını incelemek lazım.

    tarihde devrimin bir toplumsal dönüşüm için olmazsa olmazlığını şart koşan fransız devrimidir. ha onun öncesinde bir ingiliz devrimi yaşanmıştır , cromwell taraflarınca ama o daha sessiz , daha uzlaşmacı bir tavırla olmuştur. bu devrim fikrinin kanlı ve halk desteğiyle, sınıflar arası çatışma sonrası, iktidarın bir sınıftan alınıp diğerine geçmesi gereği fransız devrimiyle bilinçlere yerleşmiştir. bu tanımdan sevgili liberaller hoşlanmayabilir ama marxist yorum budur. bir marxistten de başka bir şey beklenmemelidir. buradan hareketle kendi tarihimize bakarsak geleceğimiz nokta kemalist devrim sürecidir. halk desteği olmadan tam tersine halkın direğenliğine rağmen yapılan sınıflar arası çatışmayı ele almadan, yeni bir toplum yaratma hevesi. fransız devriminden alınan halka rağmen halk içinci jakoben anlayıştır. ancak o jakoben anlayış beraberinde terör dönemini (1791 -1794) getirmiştir ve sonrasında robespierre öldürülmüştür. fransa bu karmaşa döneminden ve sonrasından devrim kavramını uluslararası literatüre sokarak ve kendisi bir imparatorluk döneminden sonra demokrasiye geçerek çıkmıştır. halka rağmen hçbirşey olamamaktadır. bu anlaşılmıştır. zaten devrimi miras alan marxistler de halkla beraber halk için anlayışıyla iktdarla çatışmıştır.

    demem o ki; istiklal mahkemelerinin baskıcı unsuru sadece o dönemle sınırlıydı. korku bir yere kadar durduruyor bu halk denen yığını. ilk meclisteki o iki grup arasındaki çatışmalar yıllar sonra biz ve onlar kavramıyla karşımızda sahneleniyor. ittihatçı anlayış beraberinde karşıtını da getiriyor gözünü sevdiğimin çelişik mantığı , siyahsız beyaz olmuyor. şimdi iktidar dincilerin elinde , kıçlarına takılmış liberallerle beraber sistemi kendi istedikleri şekilde yoğuruyorlar. bunun için de kendilerine muhalif olan her akımı bir şekilde susturup ya da hiç bir şekilde dinlemeyip devam ediyorlar. başbakanın dediği gibi durmak yok yola devam.

    nerdeyse her şeyi kutsal ilan edip buraların hakimi biziz , bizim tarihimiz biz sahip çıkarız size ne oluyor diyorlar. hüseyin üzmez denen pedofil sapığı savunacak kadar da ahlaksızca bir tutum içerisindeler, gerekçeleri de siz bize ahlak öğretemezsiniz anlayışı. kol kırırır yen içinde kalır, ceza kesilecekse biz keseriz. gerçi ceza verdikleri de yok , baştacı ettiler adamı. kadın mal olduğu için tarihlerinde zaten, erkeğin gücü görülmüş oldu bir kez daha onlar için tabii. askerlerin sivil yargıya dahil olmalarının önünü açarak, liberallerin desteğini körüklemiş oldular. oysa askerlerin bu cumhuriyeti biz kurduk , biz sizi yönetiriz tavrını kırmak amaçlıdır, muhalefeti biraz daha ezmek. askerleri de kendilerine tabii kılmak. yoksa yargının bağımsızlığı amaçlanacaksa kaldırsana önce şu adalet bakanlığının yargı üzerindeki gücünü. yargıyı özerk hale getirsene. işlerine gelmez tabii. ekonomi bakanı çıkıp işçiler için biz onlara şu kadar zam yaptık falan diyor. işçilerin hakkını sanki kendilerinin bahşettiği bir lütuf gibi sunuyor. işsizlere oynuyor, geçici işçi çözümsüzlüğüyle. işsizlerle işçileri birbirine kırdırıp kendileri kenardan seyredecek.tersanelerde ölen işçiler ya da davutpaşa da yananlar -hala sorumluları bulunmadı mesela- , çalışanların haklarının her geçen gün törpülenmesi v.b. tüm bunlar göstergeyken, aslından akepenin kimin sözcülüğünü yaptığı ortadayken çıkıp bir de demokrasi havarisi ilan edilmiyorlar mı liberallerce, işte bu beni çıldırtıyor.

    sonumuz pek hayır gibi gelmiyor bana. süreç daha da tehlikeli günlere gebe gibi.

  • meşru mermi

    0

    uğur kaymaz ın bedeninden çıkan her bir merminin ya da devlet terörünün yeni adıdır meşru mermi.

    uğur kaymaz ; mardin'in kızıltepe ilçesinde 21 kasım 2004'te henüz 12 yaşındayken babasıyla beraber öldürülmüş çocuktur. ölü olarak ele geçirildiği düşülmüştür kayıtlara, 12 yaşında bir bedenin. ayağında terlikleriyle polisle çatışmaya girdiği iddia edilmiştir; 12 yaşında bir çocuk, ayağında terlikleriyle , babasının yanında 9 tanesi sırtından toplam 13 kurşunla ,ölü olarak ele geçirilmiştir.

    tarihe kızıltepe davası olarak geçen davanın neticesinde; 4 polisin nefsii müdafa yaptığı tespit olmuş ve polisler beraat etmiştir. 12 yaşında bir çocuk bedeninde 13 kurşunla , polis amcalarının nefsi müdafaası ile ölmüştür. çocuk değildir o, ölü olarak ele geçirilen bir teröristtir devlet babasının gözünde. suçu; mardin in kızıltepe ilçesinde bir kürt ailenin çocuğu olarak doğmakla sabitlenmiştir. bu suç bu memlekette yeter de artar denilesidir zaten. 12 yaşındaki o bedenden çıkan 13 merminin her biri masumdur olabildiğine, meşrudur bu memlekette. vatanın birlik ve beraberliği adına sıkılmıştır o küçücük bedene.
    kızıltepe davasından çıkan sonuçtur bu! uğur ölünce ya da uğurlar öldükçe vatanın birlik ve beraberliği kopmaz bağlarla daha bir sağlamlaşmaktadır zaten. hem bu uğurda iki hafta önce 86 çocuğa cezalar yağdırılmamış mıdır zaten ? her şey vatan için sonuçta. çocukları , okullara göndermek yerine içeriye tıkmak da ya da ayağında terlikleriyle yemek yediği sofradan kaldırıp, dışarda 13 kurşun sıkmakta vatan için. birlik ve beraberliğimiz için. türk- kürt kardeşliği için, bölenlerin kalleş olduğu hani şu meşhum kardeşlik için.

    uğur , canım yanıyor. uğur, dilim varmıyor ne laf anlatmaya, ne tartışmaya. uğur , öldün ve seni öldürenlerin masum olduğunu öğrendik. uğur, bizi affet. o küçücük bedenden çıkan her kurşun meşru uğur. batıdaki çocuklara polis haftasında şeker dağıtan polis abilerin, sana kurşun verdiler uğur.
    çocuklar öldürülmesin değil mi uğur, şeker de yiyebilsinler !

    uğur; kardeşim! uğur; çocuğum! uğur, ez bı mırın!

  • pandorama

    3

    Gecenin sabaha dokunup kaçmak için aportta beklediği saatlerdi. Yerde rakıyla boşalmış rahatlama uykusuna yenik düşmüş bir kadeh, az ötesinde vuslata şahitlik ettiği için cezalandırılarak bitirilmemiş yarım dilim kavun duruyordu.

    Kızıla çalan kanepenin üzerinde kanepeden çaldığı renkleriyle saçlarını sereserpesermiş kadın, bukalemunluğuna methiyeler düzen rengahenk evinin ortasında imza gibi yatıyordu.
    Bacaklarını huzursuzca bitiştirmeye çalıştığı anda gözkapaklarını tam tersine evirmeye meyletti. Ancak ne bacaklarını kapatılmaya, ne gözleri açılmaya niyetliydi. Gözlerinin üstünde oturan iki küçük panda yavrusunu rakıya yordu da ayaklarının kavuşmamasını anlamadı kadın.

    Yine saatlerce suda kalmaktan pembeleşmiş topuklarına, şeftali çekirdeğine dönüşmüş sonra yine ütülenmiş gibi düzelmiş küçük ayak parmaklarına bir kez daha komut verdi. Tenine değen hışırtıdan anladı. Ayaklarının arasında sayfalarını açmış duran bir kitap vardı.

    Gece, rakısına eşlik eden sessizliğe çelme takmak, uyumadan önce bir şeyler okumak istemişti. Okumaya mecali olmayan gözlerini "sadece bakacağız" diye ikna ederek seçtiği Edouard Boubat ın fotoğraf sanatı adlı kitabıydı yataktaki arkadaşı.

    Kitabın kapaklarını ve sayfalarını kadını kucaklamak istercesine açmış olması ironinin ötesinde bir yerde, bir kaç saat önce ellerinde durduğu kadını sayfalarının arasına almak niyeti gibiydi.

    Fotoğrafa özne bir kadın, kitaba malzeme bir fotoğraf, kadına yaren bir kitap o gece sabaha kadar birbirlerine karıştılar.

    Sabah postacı kapının altından dışarıya atılmış siyah beyaz bir fotoğraf buldu.
    Fotoğrafta; açık bir kitap, kitabın bir sayfasında postacının elindeki fotoğrafta görünen kadın ve ayaklarının arasındaki kitabın fotoğrafı duruyordu.

  • hayat boş, eğlen coş

    0

    yine yeni yeniden merhaba. yar bana bir eğlence aman diyerekten hadi yazalım bişeyler bu taraflara, ne zamandır boşladım farkındayım ahanda geldim tekrar helolaloraya.

    ay şimdi ben neler anlatsam ki sizlere, nasıl derler bir böyle adam sendecilik, bir boşvermişlik, bir dünya yansa umurumda olmazcılık sarmış ki ne zamandır beni,bilmem sonum ne olacak? hiç umurumda değil memleket sathında olan bitenler yahut yakın çevremde kopan fırtınalar, kim ne anlatsa" ay şekerim olur öyle , geçer sonra ,boş işler bunlar diyorum sadece, hayat güzel be, yaşa geç " gibi muhteşem yorumlarla karşıladığım için, bir süredir bakıyorum kimse bana bişey anlatmıyor. neymiş benim aklım bu aralar başımda değilmiş, neymiş bu genel keyif hali ne kadar sürermiş. bu ne ayol? kıskançlar sarmış dört bir yanımı, gencim güzelim elbet gezerim.

    o değil de ( bu kadeh senin şerefine tembel cim , bu kalıbı dilime yapıştıran sensin) ; ne kadar konuşsak ne anlatsak boş ben bunu farkettim. geç oldu epey de, en azından uyandım, dünyayı kurtarma fikrimdem vazgeçtim ben. dünya kendini kurtarsın hatta mümkünse bana da bir el atsın. ben giyip böyle şıkır şıkır kıyafetlerimi, topuklu ayakkabılarımın üzerinde son derece zarif , şarap kadehim elimde boğazı izlemek istiyorum mesela, başka bir gün cihangirde merdivenlerde oturup serserilik yapmak sonra, hayattan keyif almak bu aralar tek derdim, öylesine boşvermiş o kadar serseriyim .

    ha bir de akp ye, akepe diyecek kadar da edepsizim, varın siz tahmin edin gerisini. sosyal mesajımı da verdim, feysbuktan vatan kurtarmış kadar oldum, ne kadar da mesudum. ne kadar da sosyalim, ne kadar da nmesaj kaygılı yazarım ben.

    hadi görüşürüz şekerlerim, arada gelir size yine el ederim.

  • içimizdeki ayak sesleri

    3


    siyah, beyaz, mor, fuşya, kahve, bej, yeşil. bağcıklı, fiyonklu, kelebekli, boncuklu, kurdelalı. parmak arası, spor, yüksek ökçeli -yalnız sayarken farkediyorum ki henüz yumurta topuklu olanı yok- yumurta topuksuzu. herbiri ayrı ayrı hem güzel, hem çok çekiciler. her biri ayrı ayrı rahat değiller ama.
    saymaya korkuyorum onları. tam olarak kaç çift olduklarını bilirsem kendim için bir yabancı olacağım. kendine yabancı, gerçek ihtiyaçları ile sahte ihtiyaçlarını ayırd edemeyen bir tüketici dişil. el adamı mı nedir?
    beğendiğim anda, ki bazen beğenmeye vaktim olmuyor gördüğüm anda çarpılıyorum. hepsini kucaklayıp evime götürmek istiyorum. gözüm dönüyor. kendimi tanıyamıyorum. eve geldikten sonra düşünmüyorum sanmayın. o tanıyamadığım gözü dönmüş canavarı karşıma alıp ''ne yaptın sen?'' diye soruyorum. cevabı kendisi de bilmiyor çoğunlukla. kitap alırken de oluyor aynısı. şimdilik kitap konumuzun dışında ama.
    bakmayın öyle, gugıl'ın derinliklerinde minik bir gezinti yapınca öğreniyorum ki yalnız değilim. bir ben değilim.
    madonna ayakkabılar için ''seks kadar iyi'' diyor ''üstelik uzun süre dayanıyor.'' sex and the city dizisinin bölümlerinden birinde carrie ayakkabıya harcadığı parayla new york' ta bir apartman dairesi satın alabiliceğini söylüyor. maksim gorki '' bir çift sağlam ayakkabı, davada başarı sağlamak için büyük savaşlardan daha yararlıdır.'' diye yazıyor.
    bilinen en eski ayakkabı oregon' un orta bölümlerinde ki fort rock mağazasında bulunan -neredeyse 10.500 yıllık- bir sandalet. kış aylarında mağaralarda yaşayan, yaz aylarında bataklıklarda avlanan bir kuzey amerikalı yerlisine ait.
    neandertallerin ayak kemikleri incelenip, 26.000 yıl önce yaşamış atalarımızın daha narin ayaklarıyla karşılaştırıldığında ayakkabının ayağın üzerine binen basıncı azaltması ve ayağa destek sağlaması nedeniyle ayak parmaklarını güçsüzleştirdiği sonucuna varılıyor.
    louisiana eyalet üniversitesinden bir uzman misseri'de bulunan yavşan kabuğu liflerinden yapılmış yaklaşık 8000 yıllık sandaleler üzerinde yaptığı incelemede hiçbirinin diğerine benzemediği sonucuna ulaşıyor. ''bu ayakkabıları giyenler yalnızca hayatta kalmak için mücadele ediyordu.'' diyor. '' her bir çifti diğerlerinden farklı. yapmak zorunda değillerdi ama nesneleri görsel açıdan alımlı hale getirmek , bir çift ayakkabıyı biraz daha karmaşık yaparak diğerlerininkinden farklılaştırmak insanın doğasında var. buradan anlıuyoruz ki farklı, ayırt edici ve güzel şeyler giyme tutkusu çok eski zamanlardan beri var. herşeyi dedemgiller başlatmış. balık baştan kokmuş. ben sadece bu geleneği sürdürmeye çabalıyormuşum meğer.
    ILC dover nasa için uzay ayakkabısı üretiyor. çifti yaklaşık 30.000 dolar civarında. bak benimkiler beleş nerdeyse.
    aydede çizmesi ay ayakkabısı yani çeşitli polyester katmanlardan oluşan iç bot ve iç botu kaplayan galoştan üretiliyor. ayakkabının eksi 221 ila artı 177 derece arasındaki sıcaklıkları kaldırabilmesi, mikrometeroidlere karşı dayanıklı olması ve aydedenin kayalık yüzeyinden zarar görmemesi gerekiyor. ay aracının iniş modülünden kilometrelece uzakta bozulması olasılığına karşın, astronotların rahat yürüyebilmesi gerekiyor.
    ayakkabının önemine çekiyorum dikkatlerinizi zira ay'a ilk bir ayak değil ayakkabı basıyor.neil armstrong'un 43 numero ayakkabıları. kimbilir belki de hala orada duruyor.
    apollo astronotları dönüş yolunda topladıkları taşların ağırlığını dengelemek için ayakkabılarını orada bırakıyorlar. ben olsam kendim de kalırdım orada. hayatta bırakamazdım ayakkabılarımı. ne baktın arkadaşım öyle? bu yüzden astronot değiliz olamadık işte. o değil helikopter alma hayalim vardı benim. hala var. o zaman çıplak ayakla dolaşabilirim dünyayı belki. du bakalım.
    adamın biri ''ayak erotik uzuv, ayakkabı ise bu organın cinsel örtüsü. ayakkabı erotik olan. ayağın pazarlayıcısı'' diye yazıyor. ayak fetişistleri üzülmesin fikir fena değil ama prens sindirella ablanın ayaklarının peşine değil, ayakkabısının tekinin peşine düşmüştü. hatırlatırım.
    stilettolar moda dünyasına 2. dünya savaşından sonra adım atıyor. stletto italyanca ''kama'' anlamına geliyor. topuğun nüvesinde çeli,ğin kullanılmasına ve topuğun daha ince olmasına olanak tanıyan teknoloji sayesinde ayakkabılar gökdelen gibi yükseliyor.
    anadolu' da ''dost başa, düşman ayağa'' bakıyor. memlekette her türlü bağ ''dost'' ''düşman'' çerçevesi dahilinde kuruluyor. hikayelerin tümünde, yaşamın içinde hep bir ''dost'' hep bir ''düşman'' var. peki düşman niye ayağa bakıyor? düşman bizzat kendi cevap versin bu soruya.
    anadolu'nun ayak sesi en basit ayakkabısı olan ''çarık'' ile yükseliyor. çarık, tuzla terbiye edilerek gölgede kurutulmuş tek parça gön ve işlenmemiş sığır derisinden yapılan ve deliklerine geçirilen şeritle sıkıca bağlanan bir ayakkabı. ayağa bez sarılarak yün çorap ile giyiliyor. saray halkı ise daha çok pabuç ve çizme giymeyi tercih ediyor. ''sarı çizmeli mehmet ağa'' var. o çizmenin bu çizmeyle ilgisi var mı bilemiyorum. bence var.
    daha sonra yemeni, başmak ve pek tabii ki takunya. ne yazık ki takunya izleyen yıllarda farklı algılanış biçimleri kazanmış olsa da - hemen gözlerimizin önüne ıslak dudaklarıyla necottin erbakan'ı getiriyoruz- aslında göçebe kültürüne yabancı, daha şehirli, daha sofistike, daha rafine bir hayatın yaşam biçiminin, hamamlı, konaklı bir hayatın parçası olarak biliniyor.
    sait faik bir öyküsünde küfeci çocuğun kirli, soluk, çıplak ayaklarına merhametle değil sevgiyle bakar. onu kucaklama, köşedeki kunduradcıdan ona lastik bir ayakkabı alma isteği duyar. aynı sait faik bir öykü daha yazsın. ben o öykünün kahramanı olayım. güzel ayaklarıma sevgiyle, -dilerse merhametle bile bakabilir- baksın. köşedeki kunduracıdan bir ayakkabı da bana almak istesin. alsın hatta. ayakkabı beni dilediğim her an olmak istediğim yere uçursun.

  • kemer olması

    4

    bu enteresan ülkede mimari kadar götüboklu ikinci bir konu daha yoktur herhalde sayın emellerim. vardır diyenle her türlü kapışmaya hazırım: cilli, çelik-çomak, gazoz kapağı... alayınızı üterim. her neyse, diyorduk ki, mimariden hoşlanan bir insanın bir-iki numunelik sokak/mahalle haricinde gözüne şu büyükada'da fayton çeken atların gözlerine takılan siyah renkli kare şeylerden takması lazım çıkıp dışarıda rahat rahat gezmek istiyorsa. örnek istiyorsanız, bakınız: kemer. nedir kemer? yapı elemanı. yığma yapılarda yatay yüklerin düşey yüke tahvil edilmesinde kullanılan, tepe noktasından kilitli, sevimli, eğrisel dizilmiş taşlar. gotiği, rokokosu falan olur. açıklık geçmekte kullanılır. bir de bunun tonoz diye integrallenmiş olanı vardır. o başka. şimdi, gelgelelim, betonarme yapı sistemlerinde kemer denen zımbırtı kullanılmaz, yerini demir donatılı dümdüz kirişlere bırakır. ya da bırakmalı. oysa siz sokağa çıktığınızda ne yöne baksanız yine kemer görürsünüz. camilerin girişlerinde, apartmanların pencerelerinde, evde, salona girerken... ölçüsüz, oransız, kalfa gözüyle çatılmış, bir şey taşımayan, taşıması da mümkün olamayan sahte kemerler. kemer denen şeyin kendine özgü formlarını geliştirmiş, en rafine örneklerini vermiş osmanlı mimarlığının hayvansı örnekleriyle dolu bu sokaklarda, o örneklerin yanı başlarında, temel tasarım kurallarını ağlatacak absürtlükte kemerler. ondan sonra diyorduk ki, bu ülkede mimari kadar götüboklu ikinci bir konu daha yoktur. üstüne bir de sebzeler dünyası, tuhaf tuhaf şeyler gibi ne idüğü belirsiz etiketlerle donanmış bu saçma sapan blogda "dank!" diye mimari isimli bir etiket olması... absürtlük höyüğüne tüy dikiyor yani.

  • Brüt Klanı

    0


    Tembel'in isim babalığında maybürüt klanı az önce oluşturuldu. Eşi dostu, güçlü kuvvetli bürütleri, en önemlisi yürekli helolalorarı bekliyoruz. 

  • Kendi Halinde Orospu Çocuğu

    2


    Tevazu sahibi olmak hakkında bir tanım yapmaya kalkışmak dahi işin doğasına aykırı iken ortalıkta birbirilerine mütevazı olmayı salık veren insanları gördükçe bu alemde layıkıyla yaşamanın tek yolunun "Kendi halinde orospu çocuğu" olmaktan geçtiği sonucuna doğru gitgide yaklaşıyorum. Hayır zaman zaman başıma geliyor bu. "Bence biraz mütevazı olmalısın", "Empati yapmalısın", "Benmerkezci olmamalısın" cümleleriyle hayatta edindikleri güzide deneyimlerini, doğrularını paylaşmaya çalışırken ukalalık sınırlarını çoktan aşan insanlar var. Önce dayanamıyon, söylüyon, "Ama bak şimdi sen bana mütevazı olmam gerektiğini söylemekle ukalalığın kralı yapıyon. Senin ukalalık baremlerin nedir? Kriterleri sen mi belirliyon da bir kıyas yapabilme imkânı bulup teşhis koyuyon?" diyon, usul usul anlatıyon, o zaman da -eğer karşındakinde az biraz çakallık varsa- itham edildiğin kavramı meşrulaştırmaya çalışmakla suçlanıyon. "Tevazuymuş, adil olmakmış, hakmış hukukmuş bunlar işin içine insan ve algı faktörü karıştı mı monoblok değerler olmaktan çıkarlar. Hani parametre, hani referans?" falan diyon, ama eğer karşındaki kendisini bir kere hüküm mercii olarak benimsedi ise o muhabbetin varacağı bir yer yok. Ben en son 'Anladın mı?' sorusu yerine 'Anlatabildim mi?' demeyi denesen?" e kadar dayanabiliyorum mesela. O an o kayıtsız başıboşluğa kapılmak bir alternatif ama işte tam orada bu dediğim sessiz sakin, kendi halinde orospu çocukluğu da devreye girebilir. Girerse iyi oluyor. Hem tavır yerine geçiyor hem de zamandan inanılmaz tasarruf sağlıyon. En önemlisi, bir şeyleri de anlatabilmiş oluyon. Ha en başından kestirip atmak, postayı koymak da var işin içinde ama onu çok yapmamak lazım. O zaman da vakit geçmez. Yaşa yaşa bitmez o hayat. Oysa kendi halinde orospu çocuğu öyle mi? Gayet kararında tüketiyor zamanını da kendisini de. Belli belirsiz bir çabası ve farkında olmadan da sergileyebildiğ bir tavrı var. Eti kendisinin sütü bakkaldan alıyor. Kemiklerini de kurtlara, köpeklere veriyor. Suya mı dokunuyor sabuna mı belli değil. Böyle bir şey.

  • beste yaptım şaheste

    2

    ayağımızın tozuyla

    nümayişkar bir kalabalık tarafından havalimanında karşılandıktan sonra ayağımızın tozuyla otele geldik. imza atmak gerekiyormuş (diğer yazar kardeşlerim size de attırdılar mı imza, çok kazık maddeler var lan, başka yerde yazmayacağıma, 99 yıl süreyle yazdığım herşeyin telifinin tembel namlı yazara ödenecğine namusum ve şerefim üzerine imza attım lan. imza öncesinde içtiğim fruko gazoz biraz başımı döndürdü ama neyse olan oldu)
    neyse efenim imzamızı attık odamıza çekildik. odada bembeyaz kuyruklu bir piyano beni bekliyor idi. üzerinde hoşgeldin yazan bir kocaman kırmızı kutu ile. açtım baktım frak. frak giymiş herkesin penguene dönüştüğü bir dünyada buzulların geleceğini düşünerek ben de küresel ısınmaya katkıda bulunmak için harakete geçtim. geçer geçmez parmaklarım karıncalanmaya başladı. frak ve kuyruklu piyano ikilisi beni çağırıyorlardı derhal avdet ettim.
    kıçımı o güzelim tabureye koyar koymaz siyah beyaz tuşlarda gezinmeye başladı parmaklarım... (lirik yok. üç nokta yok. sözleşme var)
    bildiğin çalıyordum yani. o tanıdık melodiye söz yazarken buldum kendimi (haleeeluyyaaaa, haleeeee luuu yaaa idi orijinali) çin malı olduğundan herkesin şüpheleneceği helolaloraaaa helo lalooo raaaaa adlı bestemin single'ı çok yakında hipermarket kasalarında, prezervatiflerin heman yanında... (bunun gelirini de tabi ki iş şu sözleşme ile tembel efendi nzdinde bloga bağışlamış bulunuyorum)
    huzurlarınızdan ayrılırken bir dahaki yazıda nispeten normal şeyler yazmayı umuyorum.

    hadiyos.

  • aktüalite

    6

    tıknefes blogunuz helolalora? orta sahada çok koşup top kapacak genç oyuncu açığını altıncı neslin parlayan yıldızı mahmur beste ile giderme yoluna gitti sevgili izleyenler. helolalora? transfere doymuyor. sizin de çok umurunuzdaydı zaten.

    burada yazılan saçma sapan şeylere kızıyor, hırsınızı kanalize edecek mecra bulamıyor musunuz? helolalora?nın en az kendisi kadar tırto özelliklerle donanmış mybrute karakterine aşağıdaki linkten ulaşıp kaşını gözünü açabilirsiniz:

    http://helolalora.mybrute.com/

    helolalora? halka rağmen, halk için.

  • mardan

    0


    postmodernizm, gece yarısından sonra beslenince gremlinlere dönüşen küçük pofuduk hayvan gizmo gibi, bir anda sevimliliğini yitirip gelenin geçenin kolunu bacağını kopartabilir. tehlikeli şeyler bunlar, dikkat edilmeli. antalya - lara'daki eski adıyla istanbul, yeni adıyla mardan palace otelini, paris hiltonlu miltonlu açılışından, bahçesinde bacak uzunluğu boyum kadar ruz kızları ve sahipleri olan yeniyetme oligark mahdumları cirit atmaya başlamadan önce kısaca dolaşma fırsatım oldu. lazer kesimli mermerlerinde ve özel dokutulmuş ipek halılarındaki türkiye şartlarında mükemmel işçiliğe hayran olmanın yanında, dolmabahçe'nin cümle kapısını bire bir kopyalayan, havuzun ortasına kız kulesi diken bu mimari tavırda insanı bir parça ürküten, bir parça da tiksindiren bir şeyler var.

    aynı bölgede bulunan venezia, kremlin, topkapı'dan sonra bu binayla iyice istimini alıp kreşendoya ulaşmış gözüken, taklit ettiğine saygı dahi duymayan bu enteresan tavır, taklit kız kulesi'ni gerçeğinden daha büyük yapmaya kadar vardırabiliyor işi. nerede ayasofya'nın kubbesine baka baka kendi merkezi mekanını yaratırken bambaşka bir mimari tavır ortaya koyan, eseriyle o güne kadar yapılmış diğer eserlere selam duran geçmiş zaman mimarı, siz neredesiniz.

    robert venturi'den onlarca yıl sonra, kendi görgülerince las vegas'tan bir şeyler öğrenen, öğrendikleri yalan yanlış formları da getirip üzerimize kusan bir tasarımcı grubu oluştu. gemi, uçak, uzay mekiği maketi niyetiyle yapılmış otel binaları, dev sürahiler, dev portakallar, tematik yapılar, parklar, meydanlar. sanki normalde hayatımız çok düzmüş gibi, her köşe başından fırlayan yeni bir tema. tema sözcüğünü anlamsızlaştıran temalara batıyoruz.

    fonksiyonun önde gittiği modern tasarımda, tasarımcı, kendini silmeye, objesinin içinde kaybolmaya uğraşır. şimdi modası geçmiş de olsa, kullanıcıya saygılı ve asil bir tasarımcı tavrı. oysa son birkaç yılın binalarına baktığımda, ahmet yılmaz karikatürlerinde her taşın altından çıkıp "kara murat! buradayım'!" diye bağıran başarısız kötü adam gibi, objesinin tepesine çıkmış, boyunu posunu gösterme telaşında tasarımcılarla karşılaşıyorum. bir kısım mitolojik çağrışımlı komplekslerini aşamamış gibi duran tasarımın bitmez tükenmez ilgi açlığı, tasarlananı soysuzlaştırdığı ölçüde, içinde yer aldığı çevreye zarar veriyor.

    bu egosu boyundan büyük koca bebeklere, yine ahmet yılmaz'ın stilize kara murat'ı edasıyla, göz ucuyla bakıp "ee ne olmuş, ben de buradayım." demek lazım.

  • ah samet, seni deli çocuk!

    15

    sarı boyalı eski borsa binasının önünden geçiyoruz. ikimizin de kafası iyi. borsa binası sahil yolunun basmane ye doğru döndüğü köşede dekor gibi duruyor. geçen yüz yılın başından kalma binanın bin dokuz yüz seksen dört yılında açılmış bir zaman kapısından geçip sahil yolunun basmane ye döndüğü köşede bir dekor gibi durmasının sebebi eski olması ya da sarı olması değil. birkaç sebep var. ikinci sebep eski sarı binanın kemerli pencerelerinin üzerinde asılı duran elektronik tabela. bu üçüncü sebep de olabilir; hikaye yazılırken numaralandırmada bir karışıklık olmuş olabilir, bu önemli değil. önemli olan elektronik devrelerden gelen ve soldan sağa doğru akan yazıların kuru üzüm taban fiyatlarını gösteriyor olması. üstelik ördeklerin kuru üzüm taban fiyatlarına olan etkisinin parametreler arasında olup olmadığını da bilmiyoruz. samet le birbirimize bakıp ürperiyoruz. samet in gece kadar karanlık kafası geceyi daha da karanlık yapıyor ve o kafa iyi olduğunda on iyi kafa gücünde oluyor. ürperdiğindeyse hiçbir şey olmuyor. bu duruma samet e belli etmeden seviniyorum. belli etmeden sevindiğim zamanlarda on içten pazarlıklı gücünde oluyorum, kimse fark etmiyor. samet ansızın şehrin tüm camlarında, sokaklarında, çocuklarında, gürültücü ölülerinde, sessiz okul bahçelerinde yankılanan, lovecraft ın başka dünya iblisleriyle dolu dipsiz çukurlarında doğmuş çığlıklara benzeyen bir fren sesi yaratarak duruyor. önce burnum ve ardından tüm suratımla ön cama çarpıyorum. suratım kaza testinin suçsuz mankenlerinin suratları gibi eziliyor. daha sonra camdan oturduğum yere geri tepiyorum. burnum kanıyor, samet sabit. o eylemsizlik yasasına tabi olmayan ender insanlardan. bu yüzden hayat sigortası yaptıramıyor olsa da bunu dert etmiyor. ben tam samet in dert etmediği şeyleri saymaya hazırlanırken arabanın önüne önce bir motor, hemen ardından da kasklı bir adam düşüyor. ilk aklıma gelen eylemsizlik yasasına tabi olduğu. ama ben sağlık sigortası olup olmadığını düşünürken samet tam on ölü gücünde kayıtsız, katatonik katatonik duruyor. kasklı adam ön kaputa çarpıp yere düşüyor. adama ne olduğuna bakmak için kapıyı açıp dışarı çıkmam gerektiğini düşünüyorum. kapının kolunu ararken araba şiddetle sarsılıp kasklı adamın üzerinden geçiyor. bunun sebebi, kasklı adam motoruyla bize çarpmadan önce motorun arkasından gelen arabanın, şimdi bize çarpmış olması. artık kasklı adama ne olduğunu merak etmeme gerek kalmıyor. bu andan sonra sağlık sigortası olması kendisi de dahil kimseyi ilgilendirmiyor. samet hala sabit. hipnotize olmuş gibi soldan sağa akıp giden kuru üzüm taban fiyatlarına bakıyor. araba sarsılmaya, caddede çarpma sesleri duyulmaya devam ediyor. samet in karanlığına doğru seslenme düşüncesini bir anlığına aklımdan geçirip orada bırakıyorum. ben buna karar verdiğim anda samet arabadan inip tabelaya doğru yürümeye başlıyor. kaza insanları kazayı bırakmış samet in yürürken oluşturduğu karanlık ize bakıyorlar. bedensiz gölgelere alışık olmadıklarını hatırlıyorum. asıl hikayenin o andan sonra başladığını ve o anda da bittiğini anlıyorum. samet borsa binasının kapısının altında duruyor. önce elektronik devrelerden geçip gelen kırmızı ışıklar samet e doğru çekilmeye başlıyorlar. sonra sırayla sokak lambaları, vitrin ışıkları, kaza yüzünden yolda durmuş arabaların saldırgan farları samet e doğru bükülüyorlar. samet borsa binasının önünde bir girdabın merkezi gibi duruyor. o nun zifiri karanlık kafasının neden öyle olduğunu ve neden olduğunu anlıyorum. bunu anladığım anda da hikayenin bittiğini ve onu artık kimseye anlatamayacağımı anlayıp samet in karanlığına doğru çekiliyorum. siyah girdabın merkezine doğru çekilirken aklımda o garip cümle benimle birlikte dönüp duruyor: "ben ayrılıyorum, hadi siz de yavaş yavaş dağılın artık. "




  • limon

    8


    ''gene de herkesin hiç kimse 'bilmiyormuş' gibi yaşamasına ne kadar şaşılsa azdır. gerçekte ölüm deneyimi yoktur da ondan. ancak yaşanan, bilincine varılan şey denenmiş olabilir''

    hakkında tüm söyleyeceğimiz sadece buymuş gibi şey demişiz ona. orospu çocuğu ve ibne. düşündüm de hiç öyle orospu çocuğu, ibne falan değil o. ne çok haksızlık ediyormuşuz meğer. zaten bu evrenin hiç durmadan, zerre düşünmeden sürekli haksızlık eden tek türüyüz diyebilirim.
    bilincine vardım tabii bütün bunların. evvelden yüksekten sallıyormuşum bilemezdim işte. şimdi biliyorum ama. en azından bilincine vardıklarımı.
    hem orospu çocuğu olan biziz bence. bilmem kaç yaşında onu anladığını sanan gerizekalılar. sürekli hüzünlü, çok kısa, anlamsız, bik bik bik şeklinde şikayet edenler.
    o aslında o kadar (en az latetia casta'nın memeleri kadar) kendi halinde ve güzel ki. duruyor öylece.
    serüvenimizin sürdüğü her gün onu yaşamak bizim işimiz. o geçtiği hergün bize bir şeyler öğretiyor. bilincine varalım diye elinden geleni yapıyor. biz ne yapıyoruz? tekrar tekrar anlatmaya gerek yok, biliyorsunuz.
    asıl ibneliği vücudumuz yapıyor aslında. kafasına göre takılıyor. gerçi kafa olayı vandal' ın işi. o daha iyi bilir hangi kafa ne kafası. işlevini sürdürürken tekliyor dedik ya arada vücudumuz. işte o zaman çok acayip şeyler olabiliyor. vücudumuz çok ibne bence. yavşak böyle. bilincine vardım korkuyorum artık ondan. bir kere tekledi diyelim işlevini sürdüren organ, gerekli operasyonun yapılması lazım. o süreçte daha önce kim olduğunuz, ne olduğunuz, ne okuduğunuz, ne bildiğiniz, milliyetiniz ya da cinsiyetiniz, paranız, pulunuz vs.. hiçbiri işe yaramıyor. misal kimse size mozart dinledin mi hiç hea? liszt, beethoven, chaykowski ne demek? ıssız adam oldun mu hiç? ermeni misin yoksa la? bukowski babalar gibi şiirler yazmış biliyon mu lan?, bi kierkegaard var tanın mı? proust, faucoult, zizeg bilin mi bu adamları? bilseydin işini kolaylaştırabiliiiğdik demiyor. siz de sen benim kim olduğumu biliyon mu? şeklinde sorular soramıyorsunuz bittabii. gerçi orada devreye bazıları için onların rabbi girip, cleveland falan diyormuş ama kendi adıma bana bir şey diyen olmadı. ellerimi açmak da aklımın ucundan geçmedi açıkçası. her neyse. vücut yakalamış bir kafa takılıyor. o kafayı yakalayamayan organ diskalifiye ediliyor.
    hayatım şimdiye kadar gerçekten güzelmiş. onun yaşamaya değer olup olmadığını sorgulamadığım zamanlarda çok daha güzelmiş. arada bir takım talihsizlikler olmadı değil ancak yine de tadını bildiğim erkek dudakları var. dudak olunca hayat güzel.
    o değil de nefes alabilmek ne kadar güzel şeymiş. bilincine varmadan bilemezdim. artık biliyorum. bildiğim bir başka şey daha her insanın ötenazi hakkını kullanabilme hakkı olmalı. böyle tuhaf cümleler kurabiliyor olmak bile güzel. special thanks my life!
    neticede ara sıra durup derin derin nefes alın. madem yaşıyorsunuz bilincine varın. hayat güzel.

    ''gösteri kralın bilincini bu tuzakta yakalayacağım işte''

  • tanrıça yolda


    pablo neruda bir defasında demiş ki: "cortazar'ın hiçbir yapıtını okumamış olmak, ömrü boyunca hiç şeftali yememiş olmaya benzer." yaz günlerinin, yarı erimiş asfalttan buram buram yükselen sıcak dalgasının, boşalmış şehirlere hakim olan ekşimik çöp kokusunun denetimsizce ufukta göründüğü bu mevsim dönümü zamanında, ne zaman cehennem otoyolunda kenara çektiğim motoru su kaynatmış citroen ds'imin kaputunu açıp, ciğerlerime dolan duman eşliğinde boz-beyaz tavşanlar kusmaya başlasam, dedeyi cepten arayıp ağzıma geleni söyleme ihtiyacı duyuyorum. gidip manavdan turfanda şeftali istesem, meyve lekeli önlüğünün altından seçilen bir revolver belinde, sanırım bir colt 45, bozuntuya vermeden arkamı dönüyor, eller cepte, hızlı adımlarla uzaklaşıyorum.

  • yalan

    0

    candan erçetini severim. şarkılarını, yorumunu, sahnede duruşunu severim. arada şarkıları merhem olur açık yaralarıma, arada dinlerim. bir süre öncesine kadar "meğer" e takmıştım kafayı mesela, dilime dolanmıştı , söyleyip duruyordum. sonra bitti, ben tekrar led zeppelin e döndüm. bu aralar yalan var dilimde, dünyada ölümden başkası yalan, pazar akşamından beri böyle, beynimde sürekli dönüp duruyor, candan yine bilmeden canıma dokunuyor.

    halamı kaybettim, pazar öğleden sonra. artık halam yok. dünyada en sevdiğim , benim için en özel insanlardan birini daha kaybettim. dün toprağa verdik halamı, toprağa karışacak artık. ölü bedenini gördüm en son, nihayet huzura kavuşmuş görünüyordu. 47 yaşındaydı halam ve bu 47 yıllık ömrünün son 7 yılında hastaydı. kanserdi. ama mücadele ediyordu. o yüzden şoktayım hala , çünkü ne kadar kanserde olsa bana hep kurtulacak gibi geliyordu. hep düzelecek, tekrar gözlerime ışıl ışıl bakacak gibi geliyordu. ama anlamam gerekirdi öleceğini, çünkü o bu dünyaya yakışmayacak kadar iyiydi. dürüsttü, yalansızdı, riyasızdı, buraya hiç bir zaman ait olmamıştı ki zaten, neden daha fazla kalsındı. gitti. bir daha dönmeyecek. bir daha saçlarımı okşamayacak halam, gülümsemeyecek, heval im deyip sarılmayacak bana. o yok artık. benim halam yok.

    halamla aramızda özel, ayrı bir bağ vardı. ben onun en sevdiği yeğeniydim, o benim en sevdiğim halam , aslında en sevdiğim iki akrabamdan biri. akrabadan da öte, o benim canlarımdan biriydi.çocukken, memlekete giderdik yazları, henüz büyükler ölmemişti. kalırdık biraz sonra geçerdik. ben en çok ona kavuşmayı severdim. o yüzden köye gitmeyi severdim. halamın boynuna atılırdım direkt. herkesten önce o gelirdi. o da beni beklerdi zaten, bilirdim. halam genç kızdı o zamanlar, o kadar güzel gelirdi ki, simsiyah saçları, hafif dolgun vücudu, ceylan gözleriyle o kadar güzeldi ki, hayran hayran bakardım ona. yaz akşamları , bütün gün koşturup durduktan sonra en sevdiğim kısım gelirdi. iki odası vardı dedemlerin evinin. babaannem bir odaya geçerdi, annemle babam bir odaya, halam terasa yatak sererdi, orası bizimdi. yer yatağına uzanır, halamın koynuna girerdim ve başlardık yıldızları seyretmeye. yıldızlar o kadar yakın görünürdü ki , hani elini uzatsan yakalayacakmışsın gibi. halamla hayaller kurardık yıldızlara baka baka, bana o yıldızların efsanelerini anlatırdı ya da başka hikayeler, o hikayeleri dinleyerek uyurdum ben. sonra büyüdüm , şans ya büyüdükçe halama ne kadar benzediğim ortaya çıktı. gören herkes beni ona benzetirdi, ikimizde haklı bir gurur duyardık bundan, zaten başka birine benzemem zul kaçardı, bu sevgiden sonra. birileri bana bakıp onun yanında yeğenin pek de güzelmiş dediğinde hemen atılırdı, aynı bana benziyor değil mi, benim gençliğim, bunu söylerken gözleri gururla ışıldardı. artık ışıldamayacak o güzel gözler , artık bakmayacak bana, artık sarılmayacak, artık saçlarımı okşamayacak halam. benim artık halam yok.

    yalan, her şey o kadar boş geliyor ki iki gündür bana. onu toprağa verdim. halamı en son kefenleneceği zaman gördüm. yıkanmıştı, üstünde beyaz bir örtü. bakamadım o yüze, bakmaya doyamadığım o yüze bakamadım.

    hiçbir şeyin anlamı yok. tek gerçek var ölüm. yaşanan her sıkıntının çözümü var, bir tek ölüm çözümsüz. sınavdan düşük not mu aldın, çalışırsın bir dahakine iyi bir not alırsın. dostun kazık mı attı sana , hiç dost olmamışsınız demek der, yoluna devam edersin, ailenle mi tartıştın bir kaç gün sonra barışırsınız, sevgilin mi terk etti üç gün ağlarsın ama dördüncü gün toparlanır etrafa bakınmaya başlarsın, bir yenisi gelir nasılsa.

    benim artık halam yok, başka hiç bir şeyinde şu anda benim için anlamı yok.

  • kayıp

    garson kız, açık teni, simsiyah saçları ve inceliğiyle oldukça güzel. ne var ki, yüzünü döner dönmez, bir tavşandan ödünç alınmış bir çift ön diş insanın gözünü alıyor. günümü aydınlatan bir pazar eki makalesinde, tavşansı ön dişlerin, gençler arasında pek rağbet gördüğünü okumuştum bir zamanlar. eğer öyleyse bu kız güzellik kraliçeliğine kadar yükselmeli.

    son bir saattir, otelin lobisinde, göründüğü kadar rahat olmayan bir koltuğa gömülmüş vaziyetteyim. kulaklarımda cızırtılı kulaklıklar, cep telefonundan müzik dinlemeye savaşıyorum. antalya'da, uzun zamandır ilk defa yapacak işimin olmadığı bir pazar öğleden öncesinde, zemini eritip binaları yerin dibine gömmek istercesine yağan antalya sağanağı altında, yirmi birinci yüzyılın konaklama yapılarına şimdiden damgasını vurmaya başlamış enternasyonel zevk yoksunluğuna nadide bir örnek teşkil eden otelimin aşırı yüksek tavanlı lobisinde, mp3 sıkıştırma formatının nimetlerinden faydalanıyorum.

    garson kız ve tavşan dişleri, hep birlikte başımda dikilmiş, bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar. dışarıda velveleci yağmur damlaları, elinde bir tepsi, tepsinin üzerinde bir fincan kahve, bir bardak su, kulağımda ian curtis, "they keep calling me!" diye çığırmakla meşgul bilinen ısrarlı tavrıyla, tepemde en az curtis kadar ısrarlı garson kız, ve garson kızın yadsınamaz tavşanlıktaki dişleri.

    nihayet çıkardım mp3 teknolojisini kulağımdan. gel gör ki kız da konuşarak anlaşmaya çalışmaktan vazgeçmiş durumda bu arada. parmağıyla suyu gösteriyor, yüzünde soran bir ifade.

    "su" diyorum. açıkça. garson kız suyun ne olduğunu unutmuş, ve koca lobide bu unutulmuş bilgiyi derinliklerden çekip çıkaracak yegane bilge kişi olarak beni bellemiş olsa, oldukça anlamlı bir yanıt olacak bu. oysa belli ki durum böyle değil, "öf" diyor, kısaca, ve tavşanı görüş alanımdan çıkaran bir momentle topukları üzerinde tam dönüş yapıp uzaklaşıyor. garson kızla karşılıklı anlaşamayışımız burada sona eriyor. tak yine kulaklıkları. curtis sebatkar: "keep on calling me!"

  • seçimler, rehber ve herşey

    0

    "en önemli sorun -ya da en önemli sorunlardan biri, çünkü bir sürü en önemli sorun vardır-halkı yönetmekle ilgili en önemli sorunlardan biri, bu işin kime yaptırılacağını bulmaktır. daha doğrusu halkı, kendilerini yönetmesine izin vermeleri için ikna etmeyi başaracak birini bulmaktır.
    özetlersek: iyi bilinen bir gerçektir ki, halka hükmetmeyi en çok isteyenler, ipso facto bu işi yapmaya en az uygun olanlardır. özeti özetleyecek olursak : kendisinin başkan yapılmasını sağlayabilecek kişilerin bu işi yapmasına hiçbir surette izin verilmemesi gerekir. özetin özetini özetlersek : halk bir sorundur."(1)

    bir süredir yazmayı düşünüyordum seçimler üzerine. ancak; yazacak fazla birşey de yok aslında. iki kutuplu bir parti anlayışıyla süslü demokrasimiz için, ne denilebilinir ki? bir tarafta statüko sevdalısı chp -add ve askeriyenin desteğiyle-, bir tarafta ise liberal soslu, değişim mottosuyla yola çıkmış bir gerici parti akp, doğan görünümlü şahin gibi birşey işte. bir maç telaşıyla geçti seçimler, bir onlar gol attı, bir bunlar. akp yenilebiliniyor falan gibi sonuçlar çıktı, pek sevindi chp liler, tüm atatürk sevdalıları. komik. orda burda sen istanbul sun büyük düşün, sen sinopsun, işte izmirsin, bursasın falan. tabii en iyisi biricik arkadaşım queenie nin göndermiş olduğu ," sen domalansın büyük düşün"dü . ne de güzel gösteriyor aslında bu afiş , yönetenler için yönetilenlerin ne demek olduğunu. bir domalanlar var, bir de domalanlara sarılanlar, neyse.

    bu seçim zırvalığından birşey bekliyor muydum kendi adıma ? hayır. bir kumpanya işte devam ediyor. hani biz seçiyoruz aklımızca bizi yönetenleri, trilyonlar yatırıyor adamlar belde başkanlığı için dahi. ne diye? nasıl bir hizmet aşkıdır değil mi? hadi bee, hadi bee, yiyenler değişti sadece, sistem aynı. tek derdim şu güzelim istanbul un belki bu sefer oraya buraya lale dikerek estetizme kavuşacağını zanneden anlayışın gitmesiydi. olmadı. hemen ertesi gün baktım yine dikmişler her yere laleleri. hayat, vapurlar v.s. dedik geçti. laleli geçireceğiz bu baharı da belli.

    ben de sarıldım rehberime(2) tekrar, bir o anlıyor halimden deyu. bulduk da işte, evet halk bir sorundur. dna (3) çözmüş olayı. zaten hayatın anlamı da 42 , boşuna uğraşmamak lazım, don't panic!

    1: evrenin sonundaki restoran
    2: otostopçunun galaksi rehberi
    3: douglas noel adams, kısaca dna

  • Dünya

    5

    Onun için çok üzülüyorum. Şu hayatta en çok üzüldüğüm şey dünya. Bakın insanlık demiyorum, insanlığa üzülmek benim işim değil. Hatta bence insanlık işi gücü bırakıp bana üzülse çok daha hayırlı bir iş yapmış sayılabilirdi. Ama dünya öyle mi? Yapayalnız. Koca bir evrende bir eğim, bir açı kafası yakalamış, etrafında gezegenler var ama o tutturmuş bir güneş müneş bir şeyler; dönüyor. Kendi halinde. "yeter döndüğüm. biraz da durayım." demiyor. İçindekileri korumak pahasına dönüyor da dönüyor. Cefakâr dünya. Dünyamız. Dursa kim bilir neler olacak. Durması ihtimali üzerine çeşitli spekülasyonlar yapılıyor, hep görüyorum. Oraları çok karışık, ben de tam anlamadım oralarını ama o değil de bir kereliğine biz dursak, sesini duyar mıyız dünyanın, onu merak ediyorum. Ona olan saygısızlıklarımızı nasıl affettirebiliriz, onu düşünüyorum. Hadi birtakım şeylere olan saygımızı saygı duruşu ile belli edebiliyoruz; ama şu koskoca dünyaya bir dakikalık saygı duruşunu neden çok görüyor bu insanlık? Duralım bir ya. Hiçbir şey yapmadan. Fabrikalar, makineler, televizyonlar sussun. Trafik dursun. Sessizce duralım bütün insanlık olarak. Nasıl bir ses çıkarıyor dönerken, çok merak ediyorum. Siz nasıl oluyor da merak etmiyorsunuz, hiç anlamıyorum.


    Bence fazlasıyla sakin ama hafif de hüzünlü bir tonla, tıpkı bir rüzgar gibi kesintisiz biçimde vuuuuuuv yapıyor. Hmmmmmmmmm da yapıyor olabilir. Hiç ses çıkarmıyor da olabilir. Kabulüm. Ya da ses çıkarsa bile bize ulaşmıyor ya da bizim kulaklarımız bu frekansı algılamıyor da olabilir. O da kabulüm. Aslında nasıl ses çıkardığında falan da değilim. Derdim bambaşka. Ama burada açık açık yazacak değilim. Zaten insanı anlamayan insan, dünyayı nasıl anlasın? Çok üzülüyorum.

  • hayat, vapurlar v.s.

    21

    bir kabulleniş, bir nirvanaya ermişlik, bir cool duruş ki sormayın. bilgiç bilgiç , hayat işte sıkıntı yok. kısaca anlamı bu. bazı şeyler öyle olur işte. dert etme. kabullen ve geç! sıradaki ...

    modern insanın bireycilik ve bencillikle sarmalanmış kafesine yapılan müdahaleler karşısındaki sığınağı. tekrar aynı kafese dönmenin getirdiği o buhran halinin dışarıya yansıtılmama çabası. bir maskeler ve roller düzeneği olan sosyal yaşamımızın, aynı riyakarlık kokan söylemi. maskeler düşecek gibi olurken, bir hamlelik toparlanma ve tekrar aynı kayıtsızlığı işlevlendirme yalanı. yalan! benim gibi, sizin gibi, herkes gibi yalan! gizlenme, özellikle kendinden kaçma. kaçabildiğin kadar kaçmayı ve sıradanlaşmayı emreder çünkü sistem size. farklılık adına yapılanlar da aynıdır. kimsenin derdi değil, kendini bulmaya çalışmak ya da vazgeçtim en azından aramak. ben aslında kimim? tüm bu üstüme biçilenler ben miyim? ben aslında ne istiyorum? istediğimi sandığım şeyden emin miyim? ben kendimden emin miyim?

    sırlar var, herkesin sakladığı kendine özel sırları. bunlar öyle sırlar ki kendine bile söyleyecek cesareti yok insanın ve maalesef artık bu sırlar yalnızca yaşananlardan doğan anlar değil, insanların kendileri sır, kişiliksiz bedenler, kabulleniş üzerine kurulu bir insan doğası. atalarımızda kaldı direniş ruhu. biz kanıksadık her şeyi. her şey ve herkes o kadar "normal ki", anormallik çoktan sınıfta kaldı. şekil, yalnızca kalıp, içimiz bomboş, yüreğimizi dolu sanarken bile aslında bomboş, bir bedenler geçidi sadece ömrümüzde , aşk sandıklarımız. o insanlar hepsi yalan. elini tutarken ya da tenini paylaşırken his yok. makineleştik çoktan. şeytan çoktan kaptı ruhları, bomboş bedenlerle herkes yalan!

    hayat işte vapurlar falan!

  • burn motherfucker burn

    3



    ruhun ölümsüzlüğüne inanır mısınız? laf olsun diye soruyorum; sözünü edeceğim şey açısından bunun pek önemi yok. ölüm, ya başka bir yere ya da hiçbir yere, bir daha dönmemek üzere gitmektir çünkü. olması gereken de budur. tereddüt ve belirsizlik ile sakatlanmış bir evrenden, elde kalan, son ve tek mutlak.
    ölenlerimizi, gücümüz yettiğince derin çukurlar kazıp, içine koyarız. o da yetmez, üstünü taşlarla, gerçekten çok ağır taşlarla, mermer veya granitle kapatırız. zaman zaman daha da ileri gidip ölü bedenlerini yaktığımız, küllerini rüzgara savurduğumuz da, görülmemiş şeyler değildir.
    gerçekte ne için giriyoruz ölü bedenler üzerinden bunca zahmete? bir zamanlar sevdiğimiz -nefret ettiğimiz- kişinin şimdi çürümekte olan bedeni leş yiyicilerin günlük tayını olmasın diye mi? çürürken çevresine hastalık ve kötü kokular yaymasın diye mi?
    her türlü antik korkusunu uydurma teknik açıklamalarla rasyonalize etme düşkünü insan soyunun sanrılarından ibaret, tüm bu sıhhi ve de mantıksal karnaval.
    öleni iyice derine gömüyoruz; çünkü bir daha geri dönmeyeceğinden emin olmak istiyoruz. elimizde kalan bu tek gerçek kesinliğe şiddetle ihtiyacımız var.
    havada, karada, denizde kaybolanların bunca telaş ve azimle aranması da başka sebepten değil aslında. varlar envanterinden sonsuza dek çıkarıp, artık yoklar sütununa yazdığı kalemin, ansızın geri gelip, tüm hesabı alt üst etmesine kim katlanabilir ki?


  • gün geçmeden geçmeyen günler!

    her pazar ara verilen bir koşu. ölümcül bir düzenin ölümlü yaratıklısı insanoğlu bir işaret üzerine hergün hiç sektirmeden durduğu, çoklukla uyuduğu yerden doğrularak koşmaya başlıyor. herkes, hergün hep aynı noktadan. her gün, her sabah.
    derken akşam dönüyor, aynı yığın aynı noktaya dönerken. aynı işaret üzerine. doğrulduğu noktada durup yeniden uykuya dalıyor herkes. her gün, her akşam.
    bu yığınlığın hayatında günler birbirinden pazar günü kendi içinde bir farklılık yaratıyor. pazar günlerini birbiriyle karşılaştırdığımızda birbirlerinden hiç öyle farklı olmadıklarını görüyoruz.
    her gün, her an, her saat, her hafta ve her ay birbirinin aynı şeyler olup bitiyor. bir alışkanlıklar düzeneğinden ibaret bu hayatın tek bir günü geçmeden geçmiyor. hiç bir yıl bir öncekinden uzun yada kısa değil. hiç kimsenin ölmediği tek bir gün yok. bütün eşyalar yerli yerinde. eşyaların bile kendileri için belirlenmiş yerleri var. tek bir saç teli mesela, bulunmaması gereken bir yerde duruyorsa tüm o düzeni bozabiliyor.
    bir kadın gözü hiç birşey görmeden sadece eşyaları bulunmaları gereken yerlere yerleştirerek, ölümcül o düzen için çabalayarak tamamlayabiliyor tüm ömrünü.
    bu korkunç alışkanlıklar yumağı içinden sıyrılabileceği günü beklerken diğerlerinden öne geçerek bazıları, gün geçmiyor ki bir gün daha geçmesin.

  • orada olmayan adam

    2

    "bugün merdivenlerden çıkarken, orada olmayan bir adamla karşılaştım. bugün de orada değildi. keşke dedim... keşke gitse..."

    orada olmamak mevzuu hayli ilginç bir mevzu. bazı şeylerin farkında olmak, birtakım şeylerin öyle olması, senin bilmediğin şeyler evreni ailesinin benzer karakterlerinden biri. benzerliği varlıklarının yaşamsal öneme sahip zıtlıklarıyla ilgili. (ya da değil. bazen böyle doğruluğundan emin olmadığım, hatta o sırada doğru olup olmadığıyla ilgilenmediğim, hatta ilgilenmediğimin farkına bile varmadığım, hatta ne anlama geldiğini bile bilmediğim cümleler kuruyorum. bazı şeylerin farkında değilim.)

    orada olmayan adam kim? orada olmayan adam herkes olabilir. hatta belirli bir zamanda orada olmayan herkes doğal olarak orada olmayan adam olmuş oluyor. o halde orada olmayan adam için o anda orada olanların oluşturduğu kümenin elemanı olamayan herkes diyebiliriz. (bazen böyle aynı anlama gelen iki cümleyi art arda kurabiliyorum. yapabiliyorum bunu.) orada olmayan; yani burada ya da şurada olan; kısaca orada değil de herhangi başka bir yerde olan herkes için orada olmayan adam diyebiliyoruz. ama küme yine de eksik kalıyor. çünkü bu saçma konuda düşünmeye devam ettiğimizde, insanlık tarihi boyunca şu komik ve hüzünlü varoluşu yaşayıp ölmüş herkes de orada olmayan adam olabiliyor. küme bu kadarla sınırlı kalsa yine iyi. (pardon, kimin için?) insanlık tarihi boyunca şu saçma varoluşu yaşayıp ölmemiş, bırakın orada olmayı, hiçbir yerde olma şansı olmamış, hatta olma şansı bile olmamış herkes de yine bu kümenin içinde. (sığacak mıyız?) hiç var olmamışların durumu, var olan ama orada olmayanların durumundan daha farklı. onlarınki yalnızca dilsel bir varoluş. onca kitap kahramanı, onca düş kişisi, zihninde bir anlığına belirip kaybolan imgesel kadınlar. çok acayip bir kalabalık.

    bu sadece insanlarla ilgili bir durum da değil. masanın üzerinde durmayan bir kalem de masanın üzerinde durmayarak dilsel bir varlık kazanıyor. kim bilir o sırada nerede, ne yapıyor. deli midir nedir ayol?

  • 1 nisan

    4

    bugün 1 nisan. 1 nisan şakalarından, bugün şaka yaparak mutlu olan ya da sevimli olduğunu düşünen bütün insanlardan ölesiye nefret ediyorum. bugün, hala şaka!? bu dünya kendi başına şaka gibi zaten. değil mi?




    bu fotoğrafı ben çektim. teknik sorunlar var, şaka gibi tabi. şaka yapmayın. fotoğrafa bakın, gülümseyin.

  • seçimler üzerine

    2

    seçimler üzerine şöyle bol köpüklü bir sade kahve nefis gidiyor. deneyin, pişman olmayacaksınız.

  • muhsin yazıcıoğlu

    2

    (bu yazıyı sözlüğe yazmıştım ama silindi. ben de kaybolmasını istemediğim yazılarımdan biri olduğu için buraya kaydetmeye karar verdim. )

    kimdir muhsin yazıcıoğlu? 1970 li yılların ortalarından bu yana , bu memlekette ülkücü cenahın işlemiş olduğu hemen her katlde bir şekilde yer almış kişi. bir katil. balgat katliamı, bahçelievler de 7 tip li öğrencinin öldürülmesi, maraş katliamı ve en son sevgili hrant dinkin öldürülmesinde adı hep azmettirici, planlayıcı, koruyucu ya da destekleyici olarak geçmiş. bir katil ve katil sever , ülkü ocakları başkanı iken kendisi abdullah çatlı da yardımcısı , abdullah çatlı nın her nevi koruyuculuğunu üstlenmiş kişi. mit ten olduğu gün gibi bilinen ama asla söylenmeyen, mehmet ağar gibi aynen bir karanlık, kapkaranlık kişi. hakkındaki tüm bu iddialar , yine kendi ülkücü arkadaşları tarafından itiraf edilmiş, ama o hep kurtarmış, idamdan yargılanıp da 7 yıl yatarak kurtardığı gibi. var olan tüm sağ iktidarları hep desteklemiş, en son abdullah gül ün cumhurbaşkanlığı na destek verdiği gibi. sağ iktidarların koruyucu meleği, şeytan mı desek ? hakkında bu kadar iddia hep dolaşmış , ama nedense asla tam olarak araştırılmamış, tam bir soruşturma ve yargılamadan geçmemiş , hep korunmuş kollanmış kişi.bana bahsetmeyin şimdi mamakta yattı, işkence gördü falan diye. adam idamdan yırttı daha nolsun ? aynı mehmet ağar gibi konuşursa taş yerinde kalmayacak kişi, o kadar korkulur kendinden. gazetelerinden oraya buraya tehditler yollayan bir partinin başkanı. eli kanlı, tepesine kadar kan içinde kalmış katil!

    öl, muhsin yazıcıoğlu, öl! çünkü biliyorum ki yaşarsan yine tbmm ye gireceksin ve elini kolunu sallaya sallaya dolaşacaksın aramızda. asla yargılanmayacaksın, saygın! bir milletvekili olarak tamamlayacaksın ahir ömrünü.

    öl muhsin yazıcıoğlu öl ki, öldürdüğün o gençlerin ailelerinin yüreği ferahlasın azıcık, ocaklara düşürdüğün o ateşlerin karşılığı olarak.

    öl, öl ki bir faşist eksilmiş olsun dünyadan, aynı türkeş in öldüğü gün gibi bayramımız olsun 25 mart!

  • İlk yazı: Helolalora'nın taraftarlarının ününü duymuştum.

    2

    Hoşbuldum efendim... Nice mecralardan sonra buraya gelebildiysek ne mutlu bize. Türkiye'de entelijansiyanın, sanat taifesinin bir özelliği dikkatimi çekmişti hep. Birbirinden ayrı iki isim bir ara aynı lisede sınıf arkadaşı olmuş, birinin dayısı öbürünün eniştesi, ötekinin kuzeni öbürsünün gurbette yoldaşı,ötekinin mahpus arkadaşı berikinin birlikte dergi çıakrdığı adam olmuş.
    Kendi kıt analiz yöntemimle hepsinin birbirine yakın evlerde yaşadığı sonucuna varmıştım. Bir yazar dergi mi çıkarıyor? Hemen yolun karşısındaki eve gidip "Esat Sabri, editör olsana" diyor mesela; Orhan Veli , Mina 'ya gidip "bizim anahtarı annem size bırakmış herhalde" diyor, anahtarı alıyor vs. Böyle böyle camia gelişiyor. Buranın mazisi kısmen de olsa böyle bir benzetmeyi hak eder bence.

    İşte, bir yerlerde hikayesi olmayan bir başlangıç, hikayesi olan tecrübelere dönüşüyor. Özeti: nereden nereye? Buradan başka bir yere, belki.

    Hoşbuldum, "taraftar zok iyi, takim iyi ,en buyuk herola"

  • güneşi gördüm ve mazlum bir insan olarak mahsun

    7

    gittim, izledim bu filmi. nedir, ne değildir anlayalım değil mi? çok feci halde spoiler içerecek haberiniz olsun, daha da karışmam gerisine, benden günah gitti.

    e madem başlayalım bakalım anlatmaya, neymiş bu film.

    şimdi iyi bir şey tabii, sevgili mahzun abimiz için hani geldiği nokta. zira kendisinin ahmet kaya ya malum gecede, sırf kürtçe şarkı söyleyeceğim yeni kasedimde dediği için çatal-bıçak v.b. , her an silaha dönüşebilir nesneler fırlatan serdar ortaç gibilerle bir olduğunu biliriz. az çatal atmamıştı o gece ahmet abimize. aradan 10 küsur yıl geçmiş ve mahzun abimiz aslında bir kürt sorunu olduğunu kabul edip bu yaraya parmak basan bir film çekmiş. e güzel. sorun yok. yalnız birinin bu arkadaşa demesi lazım sanırım, bir filmde hani genelde tek bir konu anlatılmak istenir ve onun üzerine yoğunlaşılır , elbette yan konular vardır anlatılmak istenen ama asıl olarak konu tektir. ben dün akşam sinemada film mi izliyorum yoksa akdeniz salata mı yiyorum anlayamadım. ne arasan var yahu! neye üzülsem şaşırdım. kürt sorunu, göç sorunu, savaşın bizatihi kendisi, kadın sorunu, çocukların hali, eşcinsellere uygulanan ayrımcılık ve şiddet, fakirlik, babasıda kördü hadi orda da engelli sorunu, derken norveçe giden amca ve orada yaşayan dayı üzeinden de memleket hasreti , dahada saysam çıkar hani. bu ne yahu ?

    bunun dışında siyasi olarak bol bol ajite yerseniz, üzerine de popülist yaklaşımlar, hadi size kürt sorununu anlatan film afiyet olsun .

    elbette beğendiğim yanlarıda oldu, savaşı oradaki halkın gözünden gösteriyor ve ne çektiklerine bir bakın diyor. bu iyi bir şey, en azından bu ülke için, çünkü bu savaşın asıl mağduru özellikle bölgede yaşayan insanlar. iki kardeşin karşı karşıya gelmesi ve politikanın kardeşler üzerindeki etkisi üzerinden altan erkekli nin baba rolüyle çıkıp siz kardeşsiniz sakın unutmayın demesi, bence en iyi politik mesajlardan biriydi. yıllardır bu iki halkın kardeşliğini savunmuş bir kürt olarak son derece beğendim o sahneyi.

    yalnız ali sürmeli nin oynadığı rol üzerinden konuşmak istiyorum. kesinlikle rol yapaydı. bir adam düşünün 80 darbesiyle yurtdışına kaçmış zamanında diyarbakır zindanında kalmış ve o meşhur işkenceleri yaşamış bir adam; ki bu adam 80 darbesinden bahsederken faşist kadro diyecek kadar hala sol bilincini koruyacak ve emperyalist devletler işte onlar kaşıyor, onların çıkarları yüzünden bitmiyor bu savaş ve baştakiler birbirini yiyor zaten halk ne yapsın gibi son derece sığ son derece kahvedeki mehmet ağa açılımlı bir politik yaklaşım içerisinde bulunacak bu savaş için. 80 de diyarbakır cezaevinde yatanlar kimlerdi diye bir baksaydı mahzun belki yardımcı olurdu hani bu rolün ne şekilde konuşturulması gerektiğine. kawa, uko, ddkd ve pkk -gerçi daha o kadar yoğun değildi pkk- gibi kürt oluşumlar ve tikko gibi daha o zamanlarda kürt halkından bahseden türk örgütlerine üye insanlar yattılar. zannetmiyorum ki bu kadar dar bir bakışla bu sorunu yorumlasınlar.

    tabii, adam tam ortaya karışık yaptığı için filmi, işte filmde geçen başka bir konu; esas adamın-mahsunun yani- çocuklarını devlet elinden alıyor ve bir yetiştirme yurduna veriyor, allahım nasıl huzurlu bir yer, müdire anne nurseli idiz zaten. herbirkesler o yurtta çalışan, sevgi dolu, böyle ışıl ışıl, herkes pembe gönlüm sende giymiş zaten. insanın evini barkını bırakıp yurda yerleşesi geliyor. malatya çocuk evi skandalı başka bir ülkede yaşandı zaten. hiiiiç inandırıcı değildi. çok güldüm.

    neyse film bu kadar , izledik çıktık falan. kendimce eleştirdim. ister izleyin, ister izlemeyin. karar sizin

  • altlejant helolalora?da


    yeni transfer julio altlejant, hava limanında kalabalık bir taraftar grubunca karşılandı.



    ayağının tozuyla, tesislerde sağlık kontrolünden geçti.


    asbaşkan hasbi vandal ile birlikte imza merasimine katılan andreas altlejant,



    aynı gün yeni takımıyla ilk idmanına çıktı.



    joaquin altlejant'ın kız arkadaşı brezilyalı model ana maria conchita da ev bakmak üzere önümüzdeki hafta ülkemize gelecek.

  • zamanı görmek

    7

    Yekpare bir anda gün, saat, mevsim,

    Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın,
    Hala bu taşlarda gülen rüyanın.
    Güvercin bakışlı sessizlik bile
    Çınlıyor bu eski zaman vehmiyle.(1)

    ahmet hamdi tanpınar, çok sevdiği bursa'ya yaptığı gezilerden birinde, bir eski cami avlusunda soluklanmak için oturmuş, şadırvanda sakince devinen suyun şırıltısıyla geçmiş ve gelecek hülyalarına dalmışken, o an çevresini kuşatan zamanın fotoğrafını böyle çeker. zamanının ilerisindeki sanatçı kavrayışıyla, ayrıca dört başı mamur bir estet de olan tanpınar, bu erken osmanlı şehrinin taş duvarlarında, çeşmelerinde, ağaçlarında, sularında, 1400'lü yıllarda donmuş haliyle, atalarının o "yekpare" zamanını karşısında cisimlenmiş olarak görür.

    daha kaybolmamış bir zamanın izini sürerken, "fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 sene, sade baştanbaşa ve iliklerine kadar bir türk şehri olmasına yetmemiş, aynı zamanda o’nun manevi çehresini gelecek zaman içinde hiç değişmeyecek şekilde tespit etmiştir."(2) diye betimlediği bu mekana ulaşan, mekanda donmuş zamanla karşılaşan tanpınar, kendi elf vadisini bulur o eski, mütevazı cami avlusunda.

    kimileri "zaman kaybolmaz" diyorlar. katılamıyorum. yarattığı mekanlarda duvarlara, yerlere, ışığa ve sese işlemiş biçimde varlığını sürdüren zaman, o mekanların kendilerini akışa bırakmasıyla birlikte, gelip geçenlere, hatta tanpınar gibi keskin gözlü izleyicilerine bile görünmez olacaktır eninde sonunda.

    Bir ilah uykusu olur elbette,
    Ölüm, bu tılsımlı ebediyette.
    Belki de rüyası eski cedlerin,
    Beyaz bahçesinde su seslerinin.(3)

    gibi iddialı sözlerini, şimdinin teslim olmuş mekanlarında, teslim olmuş mekanların kaybolmuş zamanlarında, net fotoğraflar seçmeye alışmış gözleriyle, retinalarını zorlayarak bakıp da göremezken nereden bulup çıkaracaktı tanpınar? yaşadığımız eğik düzlemde ivmelenerek uzaklaşıp gidenlerin ardından bakan bizler, zamanı görmenin nasıl bir şey olduğunu, nereden bileceğiz?

    alıntılar:
    (1) ve (3) ahmet hamdi tanpınar, bursa'da zaman.
    (2) ahmet hamdi tanpınar, beş şehir.

  • 8 mart

    0

    bir kadın olarak elbette günün anlam ve önemine binayen bir şeyler söylemeliyim. (zaten bu blogda bu aralar bir şeyler söyleyen benim. geri kalan herbirkesler uyumakta. queenie, bebişim sen hariç tabii.)

    8 mart : dünya "emekçi" kadınlar günü. alelade bir gün değil, içinde insanı hayvandan ayıran başat özelliği emeği barındırıyor. tüm insanlar emek sarfeder, emek içinde bilinç ve bilgi barındırır, çabadan ayırıcı özelliği de budur . insan emek verir. ama sanki burada bahsedilen emek daha farklı gibi, emekçi ,yani; sınıfsal bilinci bulunan, yani proleter,yani toplumun kurtuluşunun ve kendi kurtuluşunun biraradalığının farkında olan insan, insan türü içinde de kadın. en azından clara zetkin in kadınlar günü düşüncesinin temelinde yatanın bu olduğunu düşünüyorum. sanmıyorum ki, bugün gelinen noktadan yani kadınlar gününün aldığı şekilden güzelim clara memnun olsun.

    öyle bir hal almış durumdaki, kocalarına yeni bir hediye aldırabilecekleri bir gün gibi görüyor bazı kadınlar, bazı kadınların yaptıkları ise bugün sen çalış ben dinlenicem benim günüm çünkü kurtuluşu, bazıları çıkıp sokaklarda eylem yapıyor ses duyurmaya çalışıyor, politik bilinç içerisindeler çünkü, ama büyük çoğunluğu farkında bile değil, yemeğini,temizliğini yapmaya devam ediyor, çocuklarının peşinde ve kocasının hizmetinde bir köle olarak bir gün daha geçiyor tıpkı diğer günler gibi. hiç bir anlam ve önem taşımayan diğer önemsiz günlerden biri. onların haberi yok ne clara zetkin den ne de new york lu kadın dokuma işçilerinden. toplumun kendilerine biçtiği kadın rolleri neleri gerektiriyorsa sorgusuz sualsiz yapıyorlar. bildikleri bu çünkü, anasından gördüğü gibi aynen devam, kör sağır dilsiz yaşama.

    ne denebilir, yapılacak nedir? toplumun yarısını oluşturan kadınların evde köle haline gelmesinin kalan yarısınıda köleleştirdiğini farkettirmek nasıl gerçekleştirilir? ben özgür değilsem, erkek nasıl özgür olabilir? bu toplumun geneline nasıl izah edilebilinir? aksi takdirde, bu günde diğerleri gibi içi boşaltılan bir hal almakta, bu nasıl değiştirilir? sokaklara çıkıp bağırmakdan öte, kendin çal kendin oynadan öte, ne yapılabilinir?