Archive for Şubat 2010

  • o değil de

    0

    hadi ben yazmayayım yeter diyorum, eleanor un sesi halini aldı iyice diyorum. sonra bir bakıyorum altlejant yazmaya başlamış, ayy nasıl mutlu oluyorum böyle espriler , şakalar gırla gidiyor falan, önce de vandal yazmıştı hani, o zaman da pek bir sevinmiştim. tabii, ben öyle işi gücü bıraktım, bloga biri yazmış mı diye takip ediyorum? dert oldu bana, hayatta her şey boş, blogdan başka. neyse; sonra mahmur beste de yaşıyormuş yorum falan yaptı öğrendik, tembel i anlatmak istemiyorum cidden, admin ya ota boka maydanoz zaten.

    lan o değil de; bu ahmak la kuini ye noldu lan? ne zamandır sesleri çıkmıyor? ölmemişlerdir diye umuyorum, öldülerse ayıp oldu bak, cenazeye bir çelenk falan yollardık , helebora diye, ay her neyse buranın adı işte.

    nerdesiniz lan ? bir ses verin. ahmak , kuini sizi çok özledik, yuvanıza geri dönün, o tembel de bişey yapamaz bak, ben hakkından gelirim onun . geri dönün bak, çoluk çocuk perişan olduk

  • İki resim arasındaki müşterek nokta nedir?

    11


    Soldaki fotoğrafta görünen hanımın yakınları, eşi, dostu koluna girdiği beyefendi görsellerden bir gün bir şeyler aratır da bu sayfaya rastlar mı? Rastlarsa, olduğu yere çakılır, milim kıpırdayamaz da susar kalır mı? Pekala vaka-i adiyeden de gelebilir onlara...
    Sağdaki, asgari standartlara göre yakışıklı sayılabilir bey görse ne der? Şaşar kalır da nedamet getirdiği için hislenir mi ya da o vakit ne hissettiyse yine aynını mı hisseder?
    1969'da akıl hocaları tarafından motive edilmiş kızlı-erkekli bir grup cani eve zorla girer. Evin sakinlerini hunharca öldürür. Ölenlerden biri, maktule Sharon Tate hamiledir. 16 kere bıçaklanmıştır, boynuna bir ip dolanmış halde bulunur.Cani makulesini (o) eve gönderen akıl hocası popüler kültür tarihinin en namlı heriflerinden Charles Manson'dur.

    Fotoğraftaki üçüncü şahıs ... beyefendi? Roman Polanski.

  • “Guantanamo’da hayatta kalmak için nasıl savaştım?” *

    12

    “Parmağını gözümün içine ittiği ana kadar ne olduğunu anlamadım. Parmaklarının soğukluğunu hissedebiliyordum. Sonra farkına vardım: gözlerimi oymaya çalışıyordu.”

    Guantanamo hapishanesi, adını duyduğum ilk günden bu yana benim için uzak bir koordinat ve birkaç kavramı çağrıştıran sembolik bir isimden fazlası olmamıştı. Tıpkı Diyarbakır Cezaevinin insanlık tarihinde eşine menendine az rastlanır bir işkencehane olduğunu çok geç öğrendiğim gibi Guantanamo’nun da ABD’nin kirli işlerinin alışageldiğimiz bir rutininden fazlası olduğunu geç öğrendim. Halbuki 2002’de varlığından haberdar olduğum(uz) bu cehennem kalebentliğini her vasat insan gibi hakkında bir iki laf edebilecek kadar biliyormuşum.
    Yukarıdaki alıntı, hakkında hiçbir suçlama olmadığı ve isnat edilen hiçbir suç ispatlanamadığı halde Guantanamo’ya hapsedilen , bir gözü kasıtlı olarak kör edilmiş, ağır işkencelere ve aşağılamalara maruz kalmış ve sonrasında ailesi dahi dağılmış Omar Deghayes’e ait.
    Omar aslen Brileşik Krallık’ta oturma hakkına sahip, Avrupai yaşam standardına çoktan uyum göstermiş iyi eğitimli bir Müslüman. Aslen Libyalı olan Omar, babasının Gaddafi muhalifi olarak bilinmesi sebebiyle Libya’ya ayak basamayacak kadar da kendi köklerine dönmekte tereddüt eden bir adam. Arapça, Farsça ve İngilizceyi çok iyi bildiği için bu dillerin konuşulduğu ülkelerdeki ihracat ve ithalat şirketlerinde bir iş bulabilme amacıyla Pakistan’a gidiyor. Sonra bir Afgan kadınla evleniyor. Afganistan’a yerleşiyor, iş buluyor. Edinmeyi umduğu tecrübe sayesinde asıl formasyonu olan hukuk üzerine çalışmak istiyor.
    Pakistan’da olduğu günlerde – 2002’de- Amerika’nın Afganistan’ı işgali başlıyor. Omar ailesini hemen Pakistan’a, annesinin yanına gönderiyor. Suç teşkil edebilecek hiçbir faaliyetin içinde olmadığından, işgale rağmen moralini bozmuyor. Fakat Amerikalıların kelle avı günleri başlıyor; Pakistan’daki yetkililere, orada yaşamakta olan Arapları tespit etmeleri için büyük meblağda paralar ödeniyor. Omar bunu “ Hava tamamen değişti. Güzelim Pakistan bir kapana dönüştü” sözleriyle anlatıyor. Bir gün evini kuşatıyorlar. Ağır silahlarla donanmış askerler alıp götürüyorlar Omar’ı. Fakat ne bir hapishaneye ne de buna benzer başka bir yere; bir villa ya da otel odasına benzer binaya…
    Önce Dayak yiyor, sonra bir Pakistanlı yetkili tarafından sorgulanıyor. 11 Eylül sonrası çekilmiş filmlerden aşina olduğumuz sorgulama sahneleri gerçekleşiyor. Bir takım adamların fotoğrafları gösteriliyor ve kimi , nereden , nasıl tanıdığı soruluyor.
    Bir sabah elleri ayakları bağlı, başına geçirilmiş bir çuvalla oradan bir havaalanına götürülüyor. Bir uçağa bindiriliyor. Başından çıkarılan siyah çuvalın yerine kötü kokan başka bir çuval geçiriliyor. Omar, ömrünün en belalı günlerinin ilk dakikalarını gerçekten yaşamaya başlıyor.
    Bir kargaşa alanına dönen uçağın içinde gözleri, elleri ve ayakları bağlı halde bir insan yığınını üzerine atılıyor. “İnsanlar bağırıyordu, kusuyorlardı. Kimisi boğulacak gibiydi. Sağdan soldan devamlı tekme yiyorduk. ‘Başını kaldırma puşt!’ bunun gibi sözler... Sonra uçak havalandı. Muhafızlardan gelen içki kokusunu alabiliyordum.”
    Sonradan anladığı üzere Bargam (Afganistan) askeri üssüne indiriliyor. Omar’ı soyuyorlar ve yerine iki parça mavi üniforma veriyorlar. Diğer mahkumlarla konuşması yasak. Dövülmeden ve her nevi aşağılamaya maruz kalmadan önce dikenli telle bağlanıyor. Birkaç ayı orada geçiyor. “Bagram’da kural yoktu. Yeni gelenler, diğerlerini sevmemişlerse dövüyordu.”
    50 günden fazla bir süre bir şey yemiyor. “Çok hastaydım. İskelete dönmüştüm. Yürüyecek mecalim yoktu. Aklımı kaybediyordum. Akıl sağlığımı yitirmekten gerçekten çok korkuyordum. Yemeye çalıştım ama kustum. Açlıktan ötürü gaipten sesler duymaya başladım. İnsanlar bir şeyler anlatıyordu ancak ne dediklerini anlamam mümkün değildi. Bir takım bağrışmalar duyuyorsunuz , kendi kendinize zihninizden konuşuyorsunuz. Gerçekten dehşete kapılmıştım. Aklımı kaybediyordum ve giderek deliriyordum.”
    Bagram’da Birleşik Krallık’tan olduğunu sandığı kişilerce sorgulanıyor. Yalan attığını düşünüyorlar. Ancak Omar, kontrolün onlarda değil Amerikalılarda olduğunu söylüyor. “Konuşamayacak kadar hasta olduğunu” dile getirdiğinde hakaret ediyorlar :“Eşkıya !”
    Birleşik Krallık’tan yetkililer “bir takım abuk sabuk şeyle” çıkıp geliyor. Omar’ın Saltdean’deki evinin bahçesinde bulunan berbat havuzda terörist eylemleri için “tüplü dalış” eğitimi aldığını iddia ediyorlar. “Guantanamo’da da Amerikalılar devam etti. Tam baş ağrısı. Bana askeri dalış kitapları, gemiler, mayınlar gösterip ‘hangisini bilip bilmediğimi’ sordular.Krallık’tan gelenlerse Çeçenistan’daki terörist kamplarında insanlara savaş eğitimi verdiğimi, ellerinde video kaydı olduğunu iddia etti.” Komik olan Omar’ın hiçbir zaman Çeçenistan’da bulunmamış olması. Fakat sonra çalıştığı İnsan hakları kuruluşunun yöneticisi Clive Stafford Smith’in sayesinde bir şeyi fark ediyor: Çeçenistan’daki bir İslami terörist eğitim kampında olduğunu gösteren görüntülerin bu mesnetsiz davada kendi aleyhine önemli bir delil olarak kullanılacağını. Yetkililer Guantanamo mahkumları için bir kampanya yürüten Smith’e bu videonun bir kopyasını vermeyi reddediyorlar fakat sonunda Smith BBC vasıtasıyla kopyalardan bir tane ediniyor. Açıkça anlaşılıyor ki dava yanlış kişi üzerinden yürütülüyor. Zira Omar Deghayes olarak eşkali çıkarılan şahıs Omar’ın ta küçüklüğünden beri yüzünde taşıdığı yara izine sahip değil. Görüntüdeki kişi Abu Walid isminde, ölmüş bir Çeçen direnişçi. “Tipik bir Guantanamo deneyimi bu” diyor Smith, “Delilleri olduğunu söylüyorlar ve görmenize izin vermiyorlar. Gördüğünüzde ise delilin yanlış olduğu ortaya çıkıyor.”
    Bagram’da geçirdiği iki aydan sonra Omar 2002 ağustosunda mahkumlara vahşice müdahale edilen Guantanamo’ya götürülüyor uçakla. Gardiyanlar tarafından fiziksel şiddete maruz kalıyor. “ Yere yatırıp bize sanki tecavüz ediyorlarmış gibi yapıyorlardı. Karnınızın üzerine yatırıyorlar. Çok korkunçtu. Aklınıza gelebilecek her türlü cinsel ve fiziksel şey. Diğer yandan bir gardiyan bir muhafızın kafasını tutup hızla yere vuruyordu.”
    Omar politik bir direniş yöntemi geliştiriyor. Gardiyanlar mahkumların hücrelerine vardıklarında genellikle özel bölmeden biber gazı sıkıyorlar. Mahkumların çoğu hücrelerinin bir köşesine çekilip kendilerini muhafaza altına almaya çalışıyor. İşte tam o sırada Omar, gardiyanlardan birinin elini yakalıyor ve tüm hiddetiyle saldırıyor. Kavganın koridora taşmasına çabalıyor. “Tam anlamıyla bir kaos doğdu. Birbirlerinin üzerine yuvarlandılar. Onlar adına utanç verici bir manzaraydı. Üzerlerinde kendilerini koruyan şeyler olmasına rağmen bir şey yapamadılar.” Böylelikle Omar gözdağı veriyor. Artık hücresine kolaylıkla yaklaşamıyorlar. “’Teröre karşı yürütülen savaş’ mazeretiyle oluşturulan vatanseverlik motivasyonu Porto Rikolu muhafızları harekete geçiremez. Üç kuruşluk ücretleri için yaralanmayı göze alamadılar.”
    Omar, gözünün ne kadar kötü olduğunu olaydan ancak bir yıl sonra anlayabiliyor. O an, orada kaldığı dört yıl boyunca aynaya baktığı ilk an oluyor. Mücadelesi gözüne mal olsa da artık daha korkusuz olduğunu anlatıyor. “Hedeflerindeydim. Ancak diğer mahkumlarla kıyaslandığında daha rahattım. Zira hücreme gelmeleri gerçekten onlar için cesaret işiydi. Aşağılanarak dövülmek, pantolonunuzun çıkarılmasından daha yeğdir. Eğer buna izin verseydim şu anda daha çok ıstırap duyuyor olurdum. Şimdi diğerlerine nazaran daha huzurluyum çünkü orada onlara gerçekten kök söktürdüm. Eğer teslim olsaydım, bütün bu olanları içime atmak zorunda kalacaktım. Ötekilere benzeyecektim. İçim kinle, öfkeyle dolu kalacaktı.”
    Omar, çektiği acının inancını kuvvetlendirdiğini söylüyor. “Biliyordum ki orada Müslümanların bir tanrısı vardı, ahiret vardı. Sabrımız ve azmimiz ödüllendirilecekti ve bu acılar son bulacaktı. Dinimiz bunu buyuruyor. İyi daima galebe çalar ve kötü daima geçicidir. Eyüp’ün ve Musa’nın sabrı, bütün bu dersler bize bir fark ortaya koymayı öğretti.” Omar günde beş vakit ibadetin onu bu acı dolu dünyadan soyutlayabildiğine inanıyor. “Bedenim, fiziksel varlığım belki zincire vurulabilir, kirletilebilir, işkence görebilir,tecavüze uğrayabilir ama ruhum tutsak edilemez. Ruhlarımız bizi biz yapandır.”
    Omar’ın serbest bırakılması için yürütülen kampanya hız kazanırken, kendisi içeride altıncı yılını doldurmak üzeredir. Hiç kimse onu ne suçlayabilmiş ne de bir suçtan mahkum edebilmiştir. Üstelik özür bile dilemezler. Nihayetinde 2007 Ağustosunda Birleşik Krallık hükümeti Omar Deghayes ve Britanya’da oturma hakkına sahip diğer dört mahkumun salıverilmesi için girişimde bulunur. Serbest bırakılmasından önceki ay –yani aralıkta- Guantanamo yetkilileri Omar’ın iyi beslenmesini sağlar ki çıktığında açlıktan ölmek üzere cılız bir halde görünmesin. “Bir aylığına bizi süt, çikolata ve keklerle beslediler.”
    Saltdean’e ailesinin yanına döndüğünde gerçekten çok mutludur fakat kafası karışıktır. “Bir ormanda ya da ayda yürüdüğünüzü farz edin. Neyin ne olduğunu anlatamazsınız. Çıktığımda bu haldeydim.” Omar İngiltere’deki bazı değişikliklere çok şaşırır. “İnanamadım. Hapisten çıkmıştım ama bütün ülke değişmişti. Gözetleme, İslamofobi , denetim talimatları, gizli kanıtlar, sokağa çıkma yasağı getirilmiş insanlar.” Komşuları da değişmiş gibidir bu sürede. “Çeteler ve serseriler olmazdı eskiden sokaklarımızda. Gençler içki alemi ya da hırsızlık yapmazdı.”
    Serbest kaldıktan sonra kendisine verilen desteğe minnettarken ailesi ırkçı gençlerin hedefi olur o sıra. Yeğenleri saldırıya uğrar, evi aylarca taş ve şişe yağmuruna tutulur. Ancak birkaç mahallî toplantı ve medya desteğiyle polis olaya gecikerek müdahale eder. Evlerine bir video kamera yerleştirilir ve saldırılar bir anda kesilir.
    Guantanamo günleri evliliğinin de sonu olur. Karısı, o hapisteyken mektup gönderir fakat ne onun ne de karısının yazdıkları adresine ulaştırılır. “Ne kadar acımasızca değil mi? Karı koca arasındaki sıradan yazışmalardı bunlar.” İkisi de birbirlerini terk ettiklerine inanırlar ve boşanırlar. Karısı şimdi Afganistan’da ailesiyle birlikte yaşamaktadır. Oğlu , sekiz yaşındaki Süleyman, Omar’ın annesiyle Birleşik Arap Emirlikleri’nde kalmaktadır. Umutları odur ki Süleyman İngiltere’ye gelecek ve batı müfredatına göre eğitim alacaktır.
    Özgürlüğüne kavuştuktan iki yıl sonra Omar evlenir. “Brighton çok güzel bir şehir. Deniz kenarında yürüyebiliyorsunuz, taze bir hava soluyorsunuz. Bana Trablus’u hatırlatıyor. Uzun bir süre Trablus’ta yaşamıştım. Fakat şu sıralar Brighton’u seviyorum. Genççiliğinizde , belki, rüyalarınızın peşinden gidersiniz fakat kırkında, artık buraların da çok güzel olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Burası gerçekten yaşamak istediğim yer.”
    Omar, diğer Guantanamo mağdurları ve mahkumları için mücadele ediyor şu vakitler. İş arkadaşı Stafford Smith onun çekinmeden ve yüksek sesle dile getirdiği sözlerinin başına yine bir iş açacağından korkuyor, “ama Omar’ı durdurmak mümkün değil” diye ekliyor.
    Omar, şaşırtıcı biçimde sakin görünüyor lakin kardeşi Ebubekir onda travmatik belirtiler gördüğünü söylüyor “Hafızası eskisi gibi iyi değil. Işıkları söndürmeyi unutuyor, pencereyi açtığında kapatmayı unutuyor. Bütün gece uyumadan , mütemadiyen düşünüyor.” Abubekir “bunlar doğal” diyor . “Düşünün, altı yıl boyunca ışıklarınız hep açık kalıyor” Peki ya Omar’ın kişiliği? “Bazı karakteristik davranışları daha da koyu hale gelmiş. Daha isyankâr, daha inatçı ve baskıya hiç tahammülü yok. Sanırım tüm bunlar azalacağına daha fazla kökleşmiş.”
    Omar, daha sakin bir hayatı, kendi işine bakmayı, politik mücadeleden vazgeçmeyi hiç mi istemedi? “ Öyle bir hayatı istemiyorum” diyor açıkça. “Mahkumiyetten önce böyle bir hayatı yaşamayı asla istememiştim ve şimdi, sonrasında da istemiyorum. Aksi halde kendime karşı dürüst davranmamış olurdum.”
    “Hayat daha fazlasına değer. Bir hiç olmaktansa, toplumda sıradan bir sayı olmak daha iyi. Çevremizde çok fazla ‘hiç’ var, ama her insan bir sayı olacak kadar değerlidir. Ve ümit ediyorum ki savaşa ve zarara sebep olan biri olmaktan çok iyiliğe vesile olan biri olacağım. Böyle ümit ediyorum, gerçekten böyle olacağını umuyorum.”

    *21 ocak 2010 tarihinde The Guardian’da yayınlanan, Patrick Barkham tarafından yapılmış bir haberin kısaltılmış çevirisidir.Muhtemel çeviri hataları altlejant’a aittir.
    http://www.guardian.co.uk/world/2010/jan/21/i-fought-to-survive-Guantanamo

  • tekel işçileri, grev, direniş ve her şey

    2

    madem bu blogun adı eleanor un sesi oldu, yazalım o vakit değil mi, sevgili tom waits severler?
    bir süredir oturmuş bu adamlar ve kadınlar gündeme gitmez oldular yerlerinden , nedendir acep diyenlerimiz boldur bilirim. bunlardan biri de benim, naçizane fikrimi sunayım , sunayım da sessiz bırakmayın beni hani, böyle naçar, kimsesiz, berhava olmuş halimiz.

    bir eylemsellik içerisinde bu insanlar elli küsur gündür. açlık grevine başladılar en son, türk-iş in önünü de mesken bellediler zahir. başta bir iki sesleri çıktı hani, gördük orada burada biraz bağırır giderler dedik, gitmediler ama, kaldılar, direndiler, ses verdiler sessizlerin sesi olup hükümete. iktidar sahipleri ilgilenmedi başta, dalga geçti zaman ilerleyince, satın almaya çalıştılar direnişlerini ve şimdi de tehdit ediyorlar en son. neden ? karşılarındaki bir avuç işçi bakarsan. iktidarı bu derece korkutan ve sistem muhaliflerini bu derece etraflarında toplayan ne? diğer işçi eylemlerinden farkı ne? onlar direnişin simgesi oldular çünkü, ve bunun dışında her bir yere yayılmış olduğu iddia edilen ve artık karşı çıkılacak bir tarafın bulunamayacağı söylenen, insanların kendi içlerinde bir otokontrol merkezine dönüştüğü belirtilen iktidara karşı bir direniş yeri olduğunu gösterdiler cümle aleme. cümle alem diyorum çünkü avrupa da oturmuş takip ediyor bu kardeşlerimizi. yanı sıra elbette, çıkış anı bu direnişin çok çok önemli, tam türk-kürt diye birbirimizi kesmeye başlayacakken, bu adamlar derdin başka olduğunu gösterdi işte. diyarbakırdan gelen işçiyle, muğladan gelen işçi yanyana, omuz omuza aynı derd için yoldaş oldu birbirine, üstyapısal ayrımlar ya da sorunlar değil, altyapıya dairdir dert. bu adamlar kendi emeğinden başka bir kazanç kapısı olmayanı gösteriyorlar hani şu sınıf denilen derdi ortaya koyuyorlar, pek sevgili liboşlarımıza göre artık pek geçerliliği olmayan sorunu hani, tutturmuşlar bir özgürlük sevdası hani, türbana özgürlük hatırladınız mı? sanki türban doyuracak aç karınlarını bu insanların. bu adamlar kaybedecek hiç birşeyi olmayanlar ve onlar gibi milyonlar var, takip ediyoruz hep beraber geleceği noktayı. büyük ihtimalle yavaş yavaş sesleri duyulmaz olup, türk iş denen sarı sendikanın yapacağı pazarlıkla hükümete satılacaklar. türk iş bir katakulliyle kendisi için kullanıp sonra da gönderiverecek bu adamları memleketlerine, yalnız bu ses unutulmayacak artık.

    çok çok az görülebilecek şeyler oldu. genel grev yapıldı direnişe destek için, ha tatmin etti sayı etmedi dert değil. bu ülkede bu derece bencilce bir bireycilik içindeyken çalışanlar - özellikle de memur takımı içlerinden biriyim çok iyi biliyorum yapılarını- bir kitlesellik gerçekleşti, yurdun dört yanında. ayrıca bence saraçhaneye giden kortejde katılım çok iyiydi, alanda her zaman kortejin tamamı yer almaz zaten, gerçi bunu bilir sevgili medya ama, 3500 kişi katıldı çok azdı diye de dillendirir, yalan söyler, çünkü iktidar onların da sahibidir. sesleri yalnızca sahiplerinin sesidir. ne olursa olsun, bu toplum adına çok önemli gelişmeler bunlar. malum 80 sonrası baskı ve korku imparatorluğunun korku ayağı hafiften dağılıyor gibi. bekleyip göreceğiz artık sonrasını. yine de ne olursa olsun bu insanların bu kadar zaman dayanmış olması bile başlıbaşına destandır bence.

  • kan sesleri

    3

    "...anısı işsizliktir
    acısı bilincidir
    bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
    gülemiyorsun ya, gülmek
    bir halk gülüyorsa gülmektir..."

    edip cansever in belki de en can yakan şiirinden bir bölümle başlamak istedim bu sefer, yazıyı şiirle süslemek .

    bu halk gülmeyi unutalı ne kadar oldu ya da bu halk ağız dolusu gülmeyi başardı mı ki hiç? kahkaha atmanın ayıplandığı bir coğrafyadan bahsediyoruz. karı gibi gülmekle suçlanan erkeklerin olduğu ve kadınların güldüğü için dayak yediği bir müstesna yer, anadolu. acının kutsandığı ve gülmenin arkasında bir felaketi getireceği inancıyla yarı çekinerek yapılan yarım gülüşlerle yaşayan insanlar. kahkahası eksik, gülüşü yarım, aşkı korkarak yaşayan bu toplum sadece acıyı en yoğun haliyle yaşar , belki de geri kalanlar hep eksik olduğundandır acının bu kadar yüceltilmesi ? bilmem. yaşam adına tüm getiriler ölümle pekiştirilir burada, ya onunsundur ya kara toprağın, sevda ancak kara sevdaysa -hani aşıkların önünde bir dolu engel ve sonunda kavuşamadılarsa, illa kavuşamayacaklar ama- kabul görür. kabul gördüğünde o sevda zaten çoktan imkansıza ulaşmıştır. vatan için ölür buradakiler, vatan için yaşamayı bilmeden; vatan uğruna ölünürse vatandır, toprağın illa kanla ıslanması gereklidir, kanla beslenir burda ekinler, başakların sarı olduğuna bakmayın kanla sulanmıştır onlar. ceylanların kanı, serapların kanı, polise taş attığı için cezaevlerine atılan 1000 çocuğun gözyaşı, kaçırılıp tecavüze uğrayan çocukların hem gözyaşları hem kanları, sevmediği biriyle evlendirileceği için ölüme giden genç kızların kanı, sevdiğine kaçtığı için öldürülenler de dahil buna, inandıklarını dillendirdiği için işkenceyle öldürülenler, ibo, mahir, ulaş ve onların peşlerinden gidenler.ulucanlarda yananlar, f tiplerinde ölüm orucunda ölenler,ne kadar çoklar. ne hikmetse şehid olunca ölmüş sayılmıyorsun ama, şehitler ölümsüz veya şehid namırın olarak dilleniyor adın..

    tüm derdini anlatmış olan bitene dair edip abim, güzelim, ben de sormak isterim.

    edip abi, güzelim, bir mendil niye kanar
    diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar

    mendilimde kan sesleri...