• Helolalora Resurrected

    0

    Çağa ayak uydurduk. Blogspot ve wordpress'in sıkıntılı arayüzleriyle ilişkimize nokta koyup şuraya taşındık. 


    http://helolalora.tumblr.com/

  • u dönüşü

    7

    Karaköy'ün orta yerinde bir kadın donunu tumanını indirip yolun ortasına işedi. Evet yaptı bunu.
    Biz(!) bar köşelerinde, yahut kağıt bardakta kahvelerimizi yudumlayıp İstiklal şelalesini izlerken, burnumuzda Guatemala'nın eşsiz ovalarında yetişen çekirdek kahve kokusu (ve o kahveye verilen 6 TL nin sarsmadığı bütçemizin rahatlığıyla) "içine sıçayım böyle hayatın" derken, kadının biri içine işedi böyle hayatın. Sıçabilirdi de, çekinmezdi.

    İstiklal'de de bir adam var aşağı yukarı yürüyüp kitapçılardan kasetçilerden (kasetçi yok artık ama bence isimleri hala öyle) yükselen her müziğe oynuyor, yüzündeki mutlu ifadeye bitiyorum. Mahir edebi şahsiyetler aklının iplerini salmak diyor buna. Akılla iple işi yok adamın, dünyanın ipini pazara çıkarmış satmış, parasını yemiş. Ununu elemiş elekte kalan unu yalamış adam. Daha ne olsun.

    Şahane bir yaşam tarzı bu; ekmek ne kadar, tuz iyotlu mu, metrobüs'e binebilecek miyim, rapor hazır mı? Yok. Yok işte onlar için.

    Varmış gibi de yok değil hem de. Basbayağı kaldırmışlar ortadan lüzumsuz ne varsa.

    Ben küçükken (ki daha betonarme yeni yeni icat ediliyor o vakit) ; gecekondudan bir apartmanın bodrum katına taşındığımızda, devasa büyüklükteki(3x4) salon boş kaldıydı. Annem üç tekerlekli bisikletimi koymuştu oraya,
    fırdönüyordum özgürlüğümün içinde. Sonra bi de yemek masası geldi, sandalyeler alınıncaya kadar masanın altı ayrıca dünyam oldu (film içinde film gibi bişey).

    Öyle özgürlüğü bi bu adamla kadında gördüm işte sonradan. Daha da bişey yok.

  • elanor'un sesi

    8

    merhaba arkadaşlar.

    bugün sizlerle fi tarihinde, siz diyin on iki yıl, ben diyeyim beş gün, öbürsü desin “amaan canım işte geçen gün” yazdığım bir yazıyı paylaşmak istiyorum. yazı samimiyetle ilgili olduğu için üstkurmaca tekniğinden yararlanmayı düşünüyorum. eğer üstkurmaca tekniğinin ne olduğunu bilmiyorsanız kapatın hemen sayfayı, açmayın bir daha da. yani bu zamana kadar öğrenmiş olmanız gerekiyordu. bilmeliydiniz çünkü helolalora -elanor bunu söyleyemiyor, dahası yazamıyor da- biraz da blog hakkında bir blog. ya da en azından öyleydi. sonradan elanor siyaset meydanına çevirdi ama olsun. onu da öyle sevdik, öyle kabullendik. sonuçta siyaset de önemli bir mevzu. yani nasıl ve kim tarafından becerileceğinizi belirlemeye çalışmak, "ama bu pozisyon daha güzel şekerim, derin bir penetrasyon sağlıyor" gibi kanaatlar bildirmek, bu konuda çeşitli argümanlar üretmeye çalışmak önemli. hatta camus nun bununla ilgili çok da güzel bir sözü vardır. aklıma gelirse daha sonra söylerim. zaten düşündüm de pek o kadar güzel de değilmiş.

    yazıya gelince, işte bir adam var, maske satan bir dükkana giriyor. sonunda maskeyle dükkandan çıkarken bir bakıyoruz adam kendi suretinin aynısı bir maske takmış, maskenin iç yüzeyi de sırla kaplanıp aynaya dönüştürülmüş. tabii adam maskeyi takınca o kadar yakından kendini göremiyor. zaten görse de komik olurdu. kendisiyle öpüşürken gözlerini kapatmayan bir tip. hikaye gördüğünüz gibi çokça kullanılmaktan eprimiş, folloş olmuş bir ayna ve maske metaforu içeriyor. öyle ki metafiction bile kurtaramaz kendisini. o yüzden özet geçtim.

    zateb inci sözlük te de dendiği gibi: özet geç lan piç! şunu batı felsefesi tarihi yazmaya kasan bir adama söylediğimi düşünüyorum da. neyse o da komik değil pek. ben bir daha gelene kadar elanor la idare edin artık. ahah.

  • o değil de

    0

    hadi ben yazmayayım yeter diyorum, eleanor un sesi halini aldı iyice diyorum. sonra bir bakıyorum altlejant yazmaya başlamış, ayy nasıl mutlu oluyorum böyle espriler , şakalar gırla gidiyor falan, önce de vandal yazmıştı hani, o zaman da pek bir sevinmiştim. tabii, ben öyle işi gücü bıraktım, bloga biri yazmış mı diye takip ediyorum? dert oldu bana, hayatta her şey boş, blogdan başka. neyse; sonra mahmur beste de yaşıyormuş yorum falan yaptı öğrendik, tembel i anlatmak istemiyorum cidden, admin ya ota boka maydanoz zaten.

    lan o değil de; bu ahmak la kuini ye noldu lan? ne zamandır sesleri çıkmıyor? ölmemişlerdir diye umuyorum, öldülerse ayıp oldu bak, cenazeye bir çelenk falan yollardık , helebora diye, ay her neyse buranın adı işte.

    nerdesiniz lan ? bir ses verin. ahmak , kuini sizi çok özledik, yuvanıza geri dönün, o tembel de bişey yapamaz bak, ben hakkından gelirim onun . geri dönün bak, çoluk çocuk perişan olduk

  • İki resim arasındaki müşterek nokta nedir?

    11


    Soldaki fotoğrafta görünen hanımın yakınları, eşi, dostu koluna girdiği beyefendi görsellerden bir gün bir şeyler aratır da bu sayfaya rastlar mı? Rastlarsa, olduğu yere çakılır, milim kıpırdayamaz da susar kalır mı? Pekala vaka-i adiyeden de gelebilir onlara...
    Sağdaki, asgari standartlara göre yakışıklı sayılabilir bey görse ne der? Şaşar kalır da nedamet getirdiği için hislenir mi ya da o vakit ne hissettiyse yine aynını mı hisseder?
    1969'da akıl hocaları tarafından motive edilmiş kızlı-erkekli bir grup cani eve zorla girer. Evin sakinlerini hunharca öldürür. Ölenlerden biri, maktule Sharon Tate hamiledir. 16 kere bıçaklanmıştır, boynuna bir ip dolanmış halde bulunur.Cani makulesini (o) eve gönderen akıl hocası popüler kültür tarihinin en namlı heriflerinden Charles Manson'dur.

    Fotoğraftaki üçüncü şahıs ... beyefendi? Roman Polanski.

  • “Guantanamo’da hayatta kalmak için nasıl savaştım?” *

    12

    “Parmağını gözümün içine ittiği ana kadar ne olduğunu anlamadım. Parmaklarının soğukluğunu hissedebiliyordum. Sonra farkına vardım: gözlerimi oymaya çalışıyordu.”

    Guantanamo hapishanesi, adını duyduğum ilk günden bu yana benim için uzak bir koordinat ve birkaç kavramı çağrıştıran sembolik bir isimden fazlası olmamıştı. Tıpkı Diyarbakır Cezaevinin insanlık tarihinde eşine menendine az rastlanır bir işkencehane olduğunu çok geç öğrendiğim gibi Guantanamo’nun da ABD’nin kirli işlerinin alışageldiğimiz bir rutininden fazlası olduğunu geç öğrendim. Halbuki 2002’de varlığından haberdar olduğum(uz) bu cehennem kalebentliğini her vasat insan gibi hakkında bir iki laf edebilecek kadar biliyormuşum.
    Yukarıdaki alıntı, hakkında hiçbir suçlama olmadığı ve isnat edilen hiçbir suç ispatlanamadığı halde Guantanamo’ya hapsedilen , bir gözü kasıtlı olarak kör edilmiş, ağır işkencelere ve aşağılamalara maruz kalmış ve sonrasında ailesi dahi dağılmış Omar Deghayes’e ait.
    Omar aslen Brileşik Krallık’ta oturma hakkına sahip, Avrupai yaşam standardına çoktan uyum göstermiş iyi eğitimli bir Müslüman. Aslen Libyalı olan Omar, babasının Gaddafi muhalifi olarak bilinmesi sebebiyle Libya’ya ayak basamayacak kadar da kendi köklerine dönmekte tereddüt eden bir adam. Arapça, Farsça ve İngilizceyi çok iyi bildiği için bu dillerin konuşulduğu ülkelerdeki ihracat ve ithalat şirketlerinde bir iş bulabilme amacıyla Pakistan’a gidiyor. Sonra bir Afgan kadınla evleniyor. Afganistan’a yerleşiyor, iş buluyor. Edinmeyi umduğu tecrübe sayesinde asıl formasyonu olan hukuk üzerine çalışmak istiyor.
    Pakistan’da olduğu günlerde – 2002’de- Amerika’nın Afganistan’ı işgali başlıyor. Omar ailesini hemen Pakistan’a, annesinin yanına gönderiyor. Suç teşkil edebilecek hiçbir faaliyetin içinde olmadığından, işgale rağmen moralini bozmuyor. Fakat Amerikalıların kelle avı günleri başlıyor; Pakistan’daki yetkililere, orada yaşamakta olan Arapları tespit etmeleri için büyük meblağda paralar ödeniyor. Omar bunu “ Hava tamamen değişti. Güzelim Pakistan bir kapana dönüştü” sözleriyle anlatıyor. Bir gün evini kuşatıyorlar. Ağır silahlarla donanmış askerler alıp götürüyorlar Omar’ı. Fakat ne bir hapishaneye ne de buna benzer başka bir yere; bir villa ya da otel odasına benzer binaya…
    Önce Dayak yiyor, sonra bir Pakistanlı yetkili tarafından sorgulanıyor. 11 Eylül sonrası çekilmiş filmlerden aşina olduğumuz sorgulama sahneleri gerçekleşiyor. Bir takım adamların fotoğrafları gösteriliyor ve kimi , nereden , nasıl tanıdığı soruluyor.
    Bir sabah elleri ayakları bağlı, başına geçirilmiş bir çuvalla oradan bir havaalanına götürülüyor. Bir uçağa bindiriliyor. Başından çıkarılan siyah çuvalın yerine kötü kokan başka bir çuval geçiriliyor. Omar, ömrünün en belalı günlerinin ilk dakikalarını gerçekten yaşamaya başlıyor.
    Bir kargaşa alanına dönen uçağın içinde gözleri, elleri ve ayakları bağlı halde bir insan yığınını üzerine atılıyor. “İnsanlar bağırıyordu, kusuyorlardı. Kimisi boğulacak gibiydi. Sağdan soldan devamlı tekme yiyorduk. ‘Başını kaldırma puşt!’ bunun gibi sözler... Sonra uçak havalandı. Muhafızlardan gelen içki kokusunu alabiliyordum.”
    Sonradan anladığı üzere Bargam (Afganistan) askeri üssüne indiriliyor. Omar’ı soyuyorlar ve yerine iki parça mavi üniforma veriyorlar. Diğer mahkumlarla konuşması yasak. Dövülmeden ve her nevi aşağılamaya maruz kalmadan önce dikenli telle bağlanıyor. Birkaç ayı orada geçiyor. “Bagram’da kural yoktu. Yeni gelenler, diğerlerini sevmemişlerse dövüyordu.”
    50 günden fazla bir süre bir şey yemiyor. “Çok hastaydım. İskelete dönmüştüm. Yürüyecek mecalim yoktu. Aklımı kaybediyordum. Akıl sağlığımı yitirmekten gerçekten çok korkuyordum. Yemeye çalıştım ama kustum. Açlıktan ötürü gaipten sesler duymaya başladım. İnsanlar bir şeyler anlatıyordu ancak ne dediklerini anlamam mümkün değildi. Bir takım bağrışmalar duyuyorsunuz , kendi kendinize zihninizden konuşuyorsunuz. Gerçekten dehşete kapılmıştım. Aklımı kaybediyordum ve giderek deliriyordum.”
    Bagram’da Birleşik Krallık’tan olduğunu sandığı kişilerce sorgulanıyor. Yalan attığını düşünüyorlar. Ancak Omar, kontrolün onlarda değil Amerikalılarda olduğunu söylüyor. “Konuşamayacak kadar hasta olduğunu” dile getirdiğinde hakaret ediyorlar :“Eşkıya !”
    Birleşik Krallık’tan yetkililer “bir takım abuk sabuk şeyle” çıkıp geliyor. Omar’ın Saltdean’deki evinin bahçesinde bulunan berbat havuzda terörist eylemleri için “tüplü dalış” eğitimi aldığını iddia ediyorlar. “Guantanamo’da da Amerikalılar devam etti. Tam baş ağrısı. Bana askeri dalış kitapları, gemiler, mayınlar gösterip ‘hangisini bilip bilmediğimi’ sordular.Krallık’tan gelenlerse Çeçenistan’daki terörist kamplarında insanlara savaş eğitimi verdiğimi, ellerinde video kaydı olduğunu iddia etti.” Komik olan Omar’ın hiçbir zaman Çeçenistan’da bulunmamış olması. Fakat sonra çalıştığı İnsan hakları kuruluşunun yöneticisi Clive Stafford Smith’in sayesinde bir şeyi fark ediyor: Çeçenistan’daki bir İslami terörist eğitim kampında olduğunu gösteren görüntülerin bu mesnetsiz davada kendi aleyhine önemli bir delil olarak kullanılacağını. Yetkililer Guantanamo mahkumları için bir kampanya yürüten Smith’e bu videonun bir kopyasını vermeyi reddediyorlar fakat sonunda Smith BBC vasıtasıyla kopyalardan bir tane ediniyor. Açıkça anlaşılıyor ki dava yanlış kişi üzerinden yürütülüyor. Zira Omar Deghayes olarak eşkali çıkarılan şahıs Omar’ın ta küçüklüğünden beri yüzünde taşıdığı yara izine sahip değil. Görüntüdeki kişi Abu Walid isminde, ölmüş bir Çeçen direnişçi. “Tipik bir Guantanamo deneyimi bu” diyor Smith, “Delilleri olduğunu söylüyorlar ve görmenize izin vermiyorlar. Gördüğünüzde ise delilin yanlış olduğu ortaya çıkıyor.”
    Bagram’da geçirdiği iki aydan sonra Omar 2002 ağustosunda mahkumlara vahşice müdahale edilen Guantanamo’ya götürülüyor uçakla. Gardiyanlar tarafından fiziksel şiddete maruz kalıyor. “ Yere yatırıp bize sanki tecavüz ediyorlarmış gibi yapıyorlardı. Karnınızın üzerine yatırıyorlar. Çok korkunçtu. Aklınıza gelebilecek her türlü cinsel ve fiziksel şey. Diğer yandan bir gardiyan bir muhafızın kafasını tutup hızla yere vuruyordu.”
    Omar politik bir direniş yöntemi geliştiriyor. Gardiyanlar mahkumların hücrelerine vardıklarında genellikle özel bölmeden biber gazı sıkıyorlar. Mahkumların çoğu hücrelerinin bir köşesine çekilip kendilerini muhafaza altına almaya çalışıyor. İşte tam o sırada Omar, gardiyanlardan birinin elini yakalıyor ve tüm hiddetiyle saldırıyor. Kavganın koridora taşmasına çabalıyor. “Tam anlamıyla bir kaos doğdu. Birbirlerinin üzerine yuvarlandılar. Onlar adına utanç verici bir manzaraydı. Üzerlerinde kendilerini koruyan şeyler olmasına rağmen bir şey yapamadılar.” Böylelikle Omar gözdağı veriyor. Artık hücresine kolaylıkla yaklaşamıyorlar. “’Teröre karşı yürütülen savaş’ mazeretiyle oluşturulan vatanseverlik motivasyonu Porto Rikolu muhafızları harekete geçiremez. Üç kuruşluk ücretleri için yaralanmayı göze alamadılar.”
    Omar, gözünün ne kadar kötü olduğunu olaydan ancak bir yıl sonra anlayabiliyor. O an, orada kaldığı dört yıl boyunca aynaya baktığı ilk an oluyor. Mücadelesi gözüne mal olsa da artık daha korkusuz olduğunu anlatıyor. “Hedeflerindeydim. Ancak diğer mahkumlarla kıyaslandığında daha rahattım. Zira hücreme gelmeleri gerçekten onlar için cesaret işiydi. Aşağılanarak dövülmek, pantolonunuzun çıkarılmasından daha yeğdir. Eğer buna izin verseydim şu anda daha çok ıstırap duyuyor olurdum. Şimdi diğerlerine nazaran daha huzurluyum çünkü orada onlara gerçekten kök söktürdüm. Eğer teslim olsaydım, bütün bu olanları içime atmak zorunda kalacaktım. Ötekilere benzeyecektim. İçim kinle, öfkeyle dolu kalacaktı.”
    Omar, çektiği acının inancını kuvvetlendirdiğini söylüyor. “Biliyordum ki orada Müslümanların bir tanrısı vardı, ahiret vardı. Sabrımız ve azmimiz ödüllendirilecekti ve bu acılar son bulacaktı. Dinimiz bunu buyuruyor. İyi daima galebe çalar ve kötü daima geçicidir. Eyüp’ün ve Musa’nın sabrı, bütün bu dersler bize bir fark ortaya koymayı öğretti.” Omar günde beş vakit ibadetin onu bu acı dolu dünyadan soyutlayabildiğine inanıyor. “Bedenim, fiziksel varlığım belki zincire vurulabilir, kirletilebilir, işkence görebilir,tecavüze uğrayabilir ama ruhum tutsak edilemez. Ruhlarımız bizi biz yapandır.”
    Omar’ın serbest bırakılması için yürütülen kampanya hız kazanırken, kendisi içeride altıncı yılını doldurmak üzeredir. Hiç kimse onu ne suçlayabilmiş ne de bir suçtan mahkum edebilmiştir. Üstelik özür bile dilemezler. Nihayetinde 2007 Ağustosunda Birleşik Krallık hükümeti Omar Deghayes ve Britanya’da oturma hakkına sahip diğer dört mahkumun salıverilmesi için girişimde bulunur. Serbest bırakılmasından önceki ay –yani aralıkta- Guantanamo yetkilileri Omar’ın iyi beslenmesini sağlar ki çıktığında açlıktan ölmek üzere cılız bir halde görünmesin. “Bir aylığına bizi süt, çikolata ve keklerle beslediler.”
    Saltdean’e ailesinin yanına döndüğünde gerçekten çok mutludur fakat kafası karışıktır. “Bir ormanda ya da ayda yürüdüğünüzü farz edin. Neyin ne olduğunu anlatamazsınız. Çıktığımda bu haldeydim.” Omar İngiltere’deki bazı değişikliklere çok şaşırır. “İnanamadım. Hapisten çıkmıştım ama bütün ülke değişmişti. Gözetleme, İslamofobi , denetim talimatları, gizli kanıtlar, sokağa çıkma yasağı getirilmiş insanlar.” Komşuları da değişmiş gibidir bu sürede. “Çeteler ve serseriler olmazdı eskiden sokaklarımızda. Gençler içki alemi ya da hırsızlık yapmazdı.”
    Serbest kaldıktan sonra kendisine verilen desteğe minnettarken ailesi ırkçı gençlerin hedefi olur o sıra. Yeğenleri saldırıya uğrar, evi aylarca taş ve şişe yağmuruna tutulur. Ancak birkaç mahallî toplantı ve medya desteğiyle polis olaya gecikerek müdahale eder. Evlerine bir video kamera yerleştirilir ve saldırılar bir anda kesilir.
    Guantanamo günleri evliliğinin de sonu olur. Karısı, o hapisteyken mektup gönderir fakat ne onun ne de karısının yazdıkları adresine ulaştırılır. “Ne kadar acımasızca değil mi? Karı koca arasındaki sıradan yazışmalardı bunlar.” İkisi de birbirlerini terk ettiklerine inanırlar ve boşanırlar. Karısı şimdi Afganistan’da ailesiyle birlikte yaşamaktadır. Oğlu , sekiz yaşındaki Süleyman, Omar’ın annesiyle Birleşik Arap Emirlikleri’nde kalmaktadır. Umutları odur ki Süleyman İngiltere’ye gelecek ve batı müfredatına göre eğitim alacaktır.
    Özgürlüğüne kavuştuktan iki yıl sonra Omar evlenir. “Brighton çok güzel bir şehir. Deniz kenarında yürüyebiliyorsunuz, taze bir hava soluyorsunuz. Bana Trablus’u hatırlatıyor. Uzun bir süre Trablus’ta yaşamıştım. Fakat şu sıralar Brighton’u seviyorum. Genççiliğinizde , belki, rüyalarınızın peşinden gidersiniz fakat kırkında, artık buraların da çok güzel olduğunu düşünmeye başlıyorsunuz. Burası gerçekten yaşamak istediğim yer.”
    Omar, diğer Guantanamo mağdurları ve mahkumları için mücadele ediyor şu vakitler. İş arkadaşı Stafford Smith onun çekinmeden ve yüksek sesle dile getirdiği sözlerinin başına yine bir iş açacağından korkuyor, “ama Omar’ı durdurmak mümkün değil” diye ekliyor.
    Omar, şaşırtıcı biçimde sakin görünüyor lakin kardeşi Ebubekir onda travmatik belirtiler gördüğünü söylüyor “Hafızası eskisi gibi iyi değil. Işıkları söndürmeyi unutuyor, pencereyi açtığında kapatmayı unutuyor. Bütün gece uyumadan , mütemadiyen düşünüyor.” Abubekir “bunlar doğal” diyor . “Düşünün, altı yıl boyunca ışıklarınız hep açık kalıyor” Peki ya Omar’ın kişiliği? “Bazı karakteristik davranışları daha da koyu hale gelmiş. Daha isyankâr, daha inatçı ve baskıya hiç tahammülü yok. Sanırım tüm bunlar azalacağına daha fazla kökleşmiş.”
    Omar, daha sakin bir hayatı, kendi işine bakmayı, politik mücadeleden vazgeçmeyi hiç mi istemedi? “ Öyle bir hayatı istemiyorum” diyor açıkça. “Mahkumiyetten önce böyle bir hayatı yaşamayı asla istememiştim ve şimdi, sonrasında da istemiyorum. Aksi halde kendime karşı dürüst davranmamış olurdum.”
    “Hayat daha fazlasına değer. Bir hiç olmaktansa, toplumda sıradan bir sayı olmak daha iyi. Çevremizde çok fazla ‘hiç’ var, ama her insan bir sayı olacak kadar değerlidir. Ve ümit ediyorum ki savaşa ve zarara sebep olan biri olmaktan çok iyiliğe vesile olan biri olacağım. Böyle ümit ediyorum, gerçekten böyle olacağını umuyorum.”

    *21 ocak 2010 tarihinde The Guardian’da yayınlanan, Patrick Barkham tarafından yapılmış bir haberin kısaltılmış çevirisidir.Muhtemel çeviri hataları altlejant’a aittir.
    http://www.guardian.co.uk/world/2010/jan/21/i-fought-to-survive-Guantanamo

  • tekel işçileri, grev, direniş ve her şey

    2

    madem bu blogun adı eleanor un sesi oldu, yazalım o vakit değil mi, sevgili tom waits severler?
    bir süredir oturmuş bu adamlar ve kadınlar gündeme gitmez oldular yerlerinden , nedendir acep diyenlerimiz boldur bilirim. bunlardan biri de benim, naçizane fikrimi sunayım , sunayım da sessiz bırakmayın beni hani, böyle naçar, kimsesiz, berhava olmuş halimiz.

    bir eylemsellik içerisinde bu insanlar elli küsur gündür. açlık grevine başladılar en son, türk-iş in önünü de mesken bellediler zahir. başta bir iki sesleri çıktı hani, gördük orada burada biraz bağırır giderler dedik, gitmediler ama, kaldılar, direndiler, ses verdiler sessizlerin sesi olup hükümete. iktidar sahipleri ilgilenmedi başta, dalga geçti zaman ilerleyince, satın almaya çalıştılar direnişlerini ve şimdi de tehdit ediyorlar en son. neden ? karşılarındaki bir avuç işçi bakarsan. iktidarı bu derece korkutan ve sistem muhaliflerini bu derece etraflarında toplayan ne? diğer işçi eylemlerinden farkı ne? onlar direnişin simgesi oldular çünkü, ve bunun dışında her bir yere yayılmış olduğu iddia edilen ve artık karşı çıkılacak bir tarafın bulunamayacağı söylenen, insanların kendi içlerinde bir otokontrol merkezine dönüştüğü belirtilen iktidara karşı bir direniş yeri olduğunu gösterdiler cümle aleme. cümle alem diyorum çünkü avrupa da oturmuş takip ediyor bu kardeşlerimizi. yanı sıra elbette, çıkış anı bu direnişin çok çok önemli, tam türk-kürt diye birbirimizi kesmeye başlayacakken, bu adamlar derdin başka olduğunu gösterdi işte. diyarbakırdan gelen işçiyle, muğladan gelen işçi yanyana, omuz omuza aynı derd için yoldaş oldu birbirine, üstyapısal ayrımlar ya da sorunlar değil, altyapıya dairdir dert. bu adamlar kendi emeğinden başka bir kazanç kapısı olmayanı gösteriyorlar hani şu sınıf denilen derdi ortaya koyuyorlar, pek sevgili liboşlarımıza göre artık pek geçerliliği olmayan sorunu hani, tutturmuşlar bir özgürlük sevdası hani, türbana özgürlük hatırladınız mı? sanki türban doyuracak aç karınlarını bu insanların. bu adamlar kaybedecek hiç birşeyi olmayanlar ve onlar gibi milyonlar var, takip ediyoruz hep beraber geleceği noktayı. büyük ihtimalle yavaş yavaş sesleri duyulmaz olup, türk iş denen sarı sendikanın yapacağı pazarlıkla hükümete satılacaklar. türk iş bir katakulliyle kendisi için kullanıp sonra da gönderiverecek bu adamları memleketlerine, yalnız bu ses unutulmayacak artık.

    çok çok az görülebilecek şeyler oldu. genel grev yapıldı direnişe destek için, ha tatmin etti sayı etmedi dert değil. bu ülkede bu derece bencilce bir bireycilik içindeyken çalışanlar - özellikle de memur takımı içlerinden biriyim çok iyi biliyorum yapılarını- bir kitlesellik gerçekleşti, yurdun dört yanında. ayrıca bence saraçhaneye giden kortejde katılım çok iyiydi, alanda her zaman kortejin tamamı yer almaz zaten, gerçi bunu bilir sevgili medya ama, 3500 kişi katıldı çok azdı diye de dillendirir, yalan söyler, çünkü iktidar onların da sahibidir. sesleri yalnızca sahiplerinin sesidir. ne olursa olsun, bu toplum adına çok önemli gelişmeler bunlar. malum 80 sonrası baskı ve korku imparatorluğunun korku ayağı hafiften dağılıyor gibi. bekleyip göreceğiz artık sonrasını. yine de ne olursa olsun bu insanların bu kadar zaman dayanmış olması bile başlıbaşına destandır bence.

  • kan sesleri

    3

    "...anısı işsizliktir
    acısı bilincidir
    bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
    gülemiyorsun ya, gülmek
    bir halk gülüyorsa gülmektir..."

    edip cansever in belki de en can yakan şiirinden bir bölümle başlamak istedim bu sefer, yazıyı şiirle süslemek .

    bu halk gülmeyi unutalı ne kadar oldu ya da bu halk ağız dolusu gülmeyi başardı mı ki hiç? kahkaha atmanın ayıplandığı bir coğrafyadan bahsediyoruz. karı gibi gülmekle suçlanan erkeklerin olduğu ve kadınların güldüğü için dayak yediği bir müstesna yer, anadolu. acının kutsandığı ve gülmenin arkasında bir felaketi getireceği inancıyla yarı çekinerek yapılan yarım gülüşlerle yaşayan insanlar. kahkahası eksik, gülüşü yarım, aşkı korkarak yaşayan bu toplum sadece acıyı en yoğun haliyle yaşar , belki de geri kalanlar hep eksik olduğundandır acının bu kadar yüceltilmesi ? bilmem. yaşam adına tüm getiriler ölümle pekiştirilir burada, ya onunsundur ya kara toprağın, sevda ancak kara sevdaysa -hani aşıkların önünde bir dolu engel ve sonunda kavuşamadılarsa, illa kavuşamayacaklar ama- kabul görür. kabul gördüğünde o sevda zaten çoktan imkansıza ulaşmıştır. vatan için ölür buradakiler, vatan için yaşamayı bilmeden; vatan uğruna ölünürse vatandır, toprağın illa kanla ıslanması gereklidir, kanla beslenir burda ekinler, başakların sarı olduğuna bakmayın kanla sulanmıştır onlar. ceylanların kanı, serapların kanı, polise taş attığı için cezaevlerine atılan 1000 çocuğun gözyaşı, kaçırılıp tecavüze uğrayan çocukların hem gözyaşları hem kanları, sevmediği biriyle evlendirileceği için ölüme giden genç kızların kanı, sevdiğine kaçtığı için öldürülenler de dahil buna, inandıklarını dillendirdiği için işkenceyle öldürülenler, ibo, mahir, ulaş ve onların peşlerinden gidenler.ulucanlarda yananlar, f tiplerinde ölüm orucunda ölenler,ne kadar çoklar. ne hikmetse şehid olunca ölmüş sayılmıyorsun ama, şehitler ölümsüz veya şehid namırın olarak dilleniyor adın..

    tüm derdini anlatmış olan bitene dair edip abim, güzelim, ben de sormak isterim.

    edip abi, güzelim, bir mendil niye kanar
    diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar

    mendilimde kan sesleri...

  • Volkan Sevinç Özgürleşiyor


    Haydi koş, alabildiğince özgür

    Özgürlük dediğin nedir çocuk

    Koşabilmek mi kumsallar boyu,

    Meydanlar dolusu bağırabilmek mi yoksa

    Susabilmek mi asırlar boyu,

    Sessizce ağlayabilmek mi yoksa

    Sen sen ol çocuk,

    Özgürlüğü öyle hafife alma

    Özgürlük ne yarım ekmek ne yarım ezgi

    O, masmavi bir bulut gökyüzünde

    Ulaşılması güç ama imkânsız değil

               

    Özgürlük, birlikte paylaşamadığımız yüreğimizden bileğimize indirilen zincir olmasın!


  • öyle oldu

    8

    ciddi konularda yıldız yazarımız eleanor (m/l) sazı eline aldığına göre, ben de artık her zaman içimden geçeni yapıp, işin magazinel boyutuna eğilebilirim sevgili mybrute fanları. diğer yazarlarımız ise, bilmiyorum, galiba öldüler. özellikle altlejant. nerede bu adam? bulana veya getirene tam yüz bin lira vereceğiz.

    bilindiği gibi blogda kaliteli tavrından ödün vermeyen tek yazarımız fantaghiro. (hiçbir şey yazmadı.) önceleri çin hükümetinin baskıları nedeniyle yazamadığını söylüyordu, bu aralar da davetlerden başını kaldırıp klavyeyi ellemeye zaman bulamıyormuş. yine de kendisinden ümidi kesmiş değiliz değerli jefferson airplane severler. çok yakında taze zirve haberleri ve hoşsohbet arıların imrenilesi yaşam öyküleriyle aramızda olacak.

    bilmem dikkatinizi çekti mi (çekmediyse çeksin diye belirtiyorum), yeni bir oyunumuz var. flash dünyasının kültlerinden, robokill. oyunun konusu gerçekten de helolalora?'ya yakışacak orijinallikte: şimdi robotlar var tamam mı, öldürüyonuz bunları, öldürdükçe para kazanıyonuz, kazandığınız paralarla daha büyük silahlar alıp daha çok robot öldürmeç. o değil de, nereden baksan 1983 yılından beri robot öldürme sektöründeyim, bu şebelekler ölürken katillerine miras bırakma huyundan bir türlü vazgeçemediler. o nedenle bir yere varamıyorlar.

    çok teknolojik bir takım yöntemlerle yaptığım ölçümlere göre, blogumuzun cinsel eğitim departmanı olan kinsey enstitüsü linkine hiçbir okuyucumuz (ve yazarlardan da ahmak ı hayal) bugüne dek bir kere bile tıklamamış. oysa sağlıklı bir cinsel yaşantı muasır toplumun şah temelidir... şah damarıdır... şahgagasıdır. oraya pornstars catalogue linki koysak hit rekoru kırardı ama. değil mi ahmak?

  • adını sen koy

    4

    bu yazıyı canım ciğerim kraliçeme ithaf ediyorum önce , mademoiselle queenie rica etmişti benden. gerçi o sözlüğe yaz dedi ama üzgünüm kraliçem buraya yazacağım. ayrıca rimbaud arkadaşa da verdiğim sözü tutmuş olayım.

    malum saçma sapan bir dönemden geçiyoruz, çocuklar ölüyor, ceylanlar ve seraplar, hapislere atılıyor çocuklar sonra, devletin panzerine taşla "saldırdığı" için, ilerde azılı bir "terörist" olma potansiyeline dayanarak olabildiğince faşizan bir niyet okuyuculukla çocuklar hapislere atılıyor. böylece bölge halkının geleceği içeriye tıkılmış oluyor. küçükten başı eziliyor olası "gerilla"ların.

    en son dtp kapatıldı malum, muşta yaşanan olaylarda tuzu biberi oldu bu sürecin. dtp kapatıldı ve kürt halkı sokaklara döküldü , abdullah öcalan ın teciritiyle aynı döneme getirildi ve kürtler tepkilerini gösterdi , anayasal bir hak olan gösteri ve yürüyüş hakkına dayanarak, gösteri ve yürüyüş yaptılar. ancak; şu bilinir ki bu memlekette haklar sadece anayasada yazılı olarak kalır. hakkını kullanmak yürek ister , hele de devletin polisine karşı yürek de yetmez ya neyse.

    türk siyasi tarihinin gördüğü en saçma sapan kararlardan biridir dtp nin kapatılması. hep, dep, hadep, dehap ve dtp, aynı siyasal gücün legalleşmiş halidir. kürt hareketinin türkiye parlamentosunda varoluş şekli. nedir bu derece korkutan bu adamları anlamıyorum. her seferinde kapatıyorsunuz aynı gerekçelerle -bölücülük, pkk nin siyasi kanadı olma v.s.- her seferinde açıyor bu adamlar aynı gerekçelerle - bölge halkının taleplerinin parlamentoda dile getirilmesi-. yine açacaklar yeni partiyi ki en son ismi hazırdı bildiğim : btp barış ve demokrasi partisi açılımı da sanırım. yine varolacaklar parlamentoda ve istifa da etmediler milletvekilliğinden ki olması gereken de buydu . meydan bırakılmamalı. sonuçta bir dava var savunulması gereken ve bunun yeri parlamento olmalı ilk önce. bu konuda destekliyorum vekilleri. bu adamların bir derdi var sayın ahali, dile getirmek gibi bir amaçları da var. sövseniz de dövseniz de, vazgeçiremeyeceksiniz, ahmet türk ve çok sevgili aysel tuğluk' u- ki dtp ve genel anlamda kürt hareketi içinde sosyalist bakışa en çok sahip olan insanlardan biridir ve cidden var olan sorunu -kürt sorununu- birlik ve beraberlik dahilinde çözmeye en niyetli insanlardan biridir. sandığınız gibi ayrılıkçı değil bütünlüğü savunan bir güzel kadındır.-sustursanız ne çıkar başkaları gelir nasılsa; bir gider bin gelirler, inançları bu yönde çünkü; bu sorun konuşulmadan çözülmeyecek. tüm mesele bu, istediğiniz açılımı yapın , içi boş olduktan sonra ne fark eder. bu kürt açılımının ne olduğunu anlayabilen var mı bu arada? ben kendimi tamamen aptal hissediyorum bu konuda bir bok anlamadım .

    neymiş dtp nin suçu, pkk ye terörist demiyormuş, apo ya sayın öcalan diyormuş, apo nun tecrit haline karşı duruyormuş sağlığını gün be gün takip ediyormuş, ya ne olacağıdı? bu adamların tabanı aynı ve pkk bu gün bu topraklardan besleniyorsa eğer evet destekçileri var evet kürtlerin büyük çoğunluğunun pkk ye sempatisi var, evet halk -maalesef ki- öcalan ı lider olarak görüyor. ve keşke dtp , pkk nin sözcüsü olsa, siyasi kanadı hani, sinnfein in ira nın kanadı olması gibi. keşke olsa da konuşabilse adına da taraf ve muhatap belli olsa. keşke sözcüsü olsa da , dtp nin pkk üstünde söz söyleme hakkı ve eylemsellikten vazgeçirme gücü olsa. ama yok. siyasi kanadı değil, maalesef ki, sevgili ahmet türk ün dediği gibi sözcüsü değiller keşke olsalar.

    durum şudur, hareketli günler bekliyor bizi. muşta verilen start orayla sonlanmayacak belli.her ne kadar muşta yaşananların derin devletin işi olduğu ortada olsa da, şimdiye kadar asker-polis kisvesiyle halletmişlerdi işlerini şimdi esnaf görüntüsüyle çıktılar ortaya, bizler durumu anlasak da sevgili faşistlerimiz bunun sıradan halk tepkisi olduğunu sanacaklar ve bu onlara benzerini başka bir yerde yapma meşruiyetini vermiş olacak. şu anda kürtleri öldürmek artık meşruu faşistler için, korkutan da bu. ülkü ocakları mhp ile bağlantısını kesti ve sokağa çıkma kararı aldı , bu şu demek; mhp diyor ki, gidin koçlarım sokaklara çıkın ve kürtleri avlayın, vatan sizden hizmet bekler, ama ben arkanızda olmayacağım yani en azından açıktan şimdilik tabii, el altından desteklerim sizi.

    haydı bakalım, kaos bekler bizi. bu şartlar dahilinde bu ülkede solcular vardı bi aralar hani? nerde bu adamlar? ,nedir yani? ne bekliyorlar ki hala müdahale için, ne legal ne illegal net bir ses duyan var mı? elma dersem çık armut dersem çıkma!!!

  • güncel bişeyler

    7

    epey karıştı yine ortalık, herkes bir yerlerden tutup ipleri çekiyor babam da çekiyor. canım sıkkın nasıl nerden başlayayım bilmiyorum. paylaşıyorum aklımdakileri , yüreğimi, beynimi döküyorum yine bu satırlara.

    nereye gidiyor bu ülke diye sormaktan alamıyorum kendimi. hep aynı soru yıllardan beri hala, kemalistler gibi şeriat korkusuyla değil ya da koskoca ülkeye her an ortadan ikiye ayrılacak bir çarşafmış gibi davranan cümle ulusalcılar gibi değil- ki tanıyanlar bilir tiksinirim her iki gruptan da , şeriatçılar da dahil, yani ezcümle gericiler mide bulantısı yaratır ben de, psikolojik zannımca ilacı falan da yok.

    kürt ve türk milliyetçiler ; rica ederim yakamızdan düşün, cehennem olun gidin, ne haliniz varsa görün, birbirinizi kesmek mi istiyorsunuz arkadaşım, buyrun kesin ama rahat bırakın bizi ,bu güzelim halkı rahat bırakın artık, rahat bırakın serapları ve ceylanları, uğurları ve diğerlerini, hep beraber tüm kayıplarımızı sahiplenmeyin artık." şehid na mırın"" ya da şehitler ölmez", duymak istemiyorum artık bu sözleri , bir şey ifade etmiyor bana, zannetmiyorum ki ailelerine de ifade etsin ve insanım ben diyen herkese. birilerinin oyunları desek de yetmiyor, amerika iran' ı tek bırakıp istediği gibi saldırmak için etrafını zayıflatıyor desek de yetmez, olası bir türk- kürt iç savaşı tüm komşularına sıçrayacak türkiye nin, özellikle iran' a desek de bişey ifade etmez. çünkü; bu iki gerizekalı grubun bunları anlayacak kapasiteye sahip olduğunu sanmıyorum.

    dtp yi kapatsanız ne olacak , adamlar çoktan hazırlamıştır yeni partinin ismini ve kurucularını, sen ahmet türk ve aysel tuğluk 'u susturup emine ayna ve diğer şahinlere buyrun meydan sizin artık demenin mantığını açıkla bana , tabii niyetin cidden bu sorunu - kürt sorununu - çözmekse. iki tarafın şahinleri dökülüyor yollara ve uzlaşmaya açık insanlar susturuluyor , nedir bunun anlamı? hadi buyrun birbirinizi kesin değildir de nedir?

    canım sıkkın hem de çok. at başı gidiyoruz iç savaşa, birbirimizi keser dururuz artık, ırak gibi. yüreğim daralıyor düşündükçe gelecek günleri.komşu komşuya düşman, izmir e kürtler giremez, diyarbakır a türkler, dersimin adı geri verilse ne bu durumda,bizi birbirimize düşman etmeye, geleceğimizi karartmaya ne hakkınız var?

  • aslında başlık yok

    3


    türkiye sınai kalkınma bankası nın alsancak ikinci kordon da şubesi var. harflerin tek tek pleksiglas kutulara yazılı olduğu bir tabelası mevcut. böyle yan yana otuz üç adet beyaz kutu. bu haliyle bin dokuz yüz ellilerden kalmış gibi duruyor. zaten banka da o yıllarda dünya bankası nın desteğiyle kurulmuş; marshall yardımıyla kimlere kredi verilecek, kimler milli sermayedar olacak, kimler zengin edilecek, hep burada karar verilmiş. banka sermaye sağladığı kuruluşlara ortak olmuş, daha sonra bu kuruluşlar parayı bulunca banka o kuruluşların hisselerini halka satmış, sermaye piyasasının semirmesine ön ayak olmuş. tabii ben dün tabelayı görene kadar tüm bunlardan bihaber mutlu mesut yaşıyordum. şimdiyse korkuyorum. sanki hep ortada duran ama kimsenin farketmediği hakiki bir komplonun farkına varmış gibiyim.


    her şey o uğursuz tabelanın ardında oluyor. özellikle anakronik olsun diye yapılsa bu kadar olmazdı. içerde kloş etekli kadınlar dolaşıyor herhal. acaba hala ellileri mi yaşıyor abiler? ellerinde eskiden mutemetlerin taşıdığı deri çantalarla büyük şehirlerden, taşradan gelmiş, kalın enseli, gizemli, türkiye yi kalkındıracak makosenli adamlar. irili ufaklı adnan menderes klonları. sanki gizli, kimsenin bilmediği, hatta adına çalışanların bile adına çalıştıklarının farkında olmadığı kağıt üzerinde asla varolmamış bir örgütün üyeleri gibiler. ikinci dünya savaşından taze çıkılmış. yeni bir dünya kurulmak üzere. üretim ve tüketim çılgınlığına az kalmış. yeryüzü yeni zenginleriyle tanışmaya hazırlanıyor. anadolu nun bağrına bağrına kanser gibi yayılacak taşralı zenginler yaratılıyor. çaktırmadan yeniden yapılandırılan bir türkiye nin temelleri, hareketin bir tür sessizliğe neden olduğu, devasa büro masaları, sümenler ve bıyıklar arasında atılıyor. hem burdalar, hem de başka bir zamandalar. sanki şu şortlu, gayrı ciddi halimle odanın ortasına yarrak gibi dalsam her şey dağılacak, zaman duracak gibi. hayatımdan endişe ediyorum. vertigo olabilir mi?

    (logodaki "K" harfinin nasıl da kalkındığını görüyorsunuz)

    tembel, aramızdaki kozmik uyumu da fark etmedim değil, benimle evlenir misin?

  • cırcır

    bir dudağı mekke'de bir dudağı medine'de bir ülkede müslümanca yaşamayı istemek? şimdi bize de cedayca yaşamayı isteme hakkı doğmuş oldu mu?

    gece gelme gündüz gel, kimse duymaz giz olur.

    mahmur beste dedi ki: "bilseydim beklerdim oyun bitez yalısına kadar."

    sus da dinle! yeni bir deste.


    geçenlerde bir tahsilat işi için sgk'ya gittim. mesai 8.30'da başlıyor ama, ben önceden malumatlı olduğumdan 8.00 olmadan varmıştım. olay şu: içeriye, teknoloji tarihinin en önemli icatlarından olan, düğmesine basılınca sıra numarası veren dalgadan koymuşlar. dışarıya da bir kağıt asmışlar. 8.00'dan önce gidip isminizi o kağıda yazıyorsunuz. 8.00'da ise, güvenlik görevlisi bir arkadaş, elinde dalgaya beş yüz defa arka arkaya basmak suretiyle elde ettiği bir tomar sıra numarasıyla dışarı çıkıp listedeki isimleri sırayla bağırarak okuma yöntemiyle numara dağıtıyor. saat 8.30 olduğunda, ellerinde numaraları, halkımız mutlu mesut kontuarlara hücum ediyor.


    hiç kuşku yok ki teknoloji tarihinin en önemli icadı emziktir.


    sgk'nın logosu nedir o öyle allasen? tabelacılar çarşısında mı yaptırmışlar?



    simidin ortasındaki o derin ve lirik boşluk, konu gevrek olunca, serin ve kikirik bir boşluğa dönüşey ansızın.

    benim altı yaşından beri vertigo'm var. bir gün olsun konu ettim mi?

    vingardium levioosaa!

  • vertigo

    5

    u2 nun şarkısı ya da hitchcock un bir filmi değil mevzuu olan vertigo. şu pilotların başına gelen yükseklikten kaynaklı baş dönmesi de değil.

    bildiğin hastalık, kafası güzel hastalık.

    şimdi mevzuu şu; benim vertigom var, ı have a vertigo, bak cümle içinde de kullandım oldu bitti. başım dönüyor arkadaşlar, her daim kafam güzel, düşünün; başbakanın deyişiyle sulu -kuru takıldınız bir gece sabah kalktınız hani ağrıyı falan geçtim şöyle bir sersem salak olursunuz, aklınızı bir süre toparlayamazsınız falan , ha işte benim son bir kaç gündür böyle. başım dönüyor diyorum , hafif de midem bulanıyor,üşüttüm herhal geçer, e kulaklarımda çın çın çınlıyor, ulan dedim hayırdır beni kim anıyor ? yalnız bu her kimse niye allah ın her günü anıyor? öyle böyle atlatacaz derken geçen allah sizi inandırsın bir döndü başım dedim durdurun dünyayı inecek var, bu ne lan böyle ? nasıl böyle fırıl fırıl beynimin içi, kulaklarda başladı ötmeye , derken mide bağırmaya başladı ben de burdayım diye, organlarım kendince bir orkestra olduklarını düşünüyorlar sanırım. her neyse ; öğrendim ki, bu gelen atlı mıdır bağdatlı mıdır derken derken, gelen vertigoymuş. tedavi falan da olmuyormuş, ilaç alcaz da etkilerini azaltcaz biraz.

    aslında sevdim de ben bu işi, onca zamandır içerim, ben bu kadar kafa olmamıştım hiç, beyincik denen zerzevat yani bende ki, istifa etmiş görevinden denge falan kalmamış bende. yani; dengesizim ben, tutarsız olma ihtimalim de var. güven olmaz bana valla bak. ben bu saatten sonra hiç güvenmem kendime misal.

    öyle acayip bir durumdayım, napsam ki ben? fena değil aslında kafan güzel ya söylenenlere kulak asmıyorsun hiç, zaten kulakların çınladığı için kimini duyuyon kimini duymuyon, dengeli olmayı hiç sevmem zaten, dengesizlik iyidir, hayata renk katar, sevdim lan ben bu işi. çok klas da bi adı var. bak şuna ya , asalete bak; ver-ti-go. şarkısı bilem var. daha nolsun? bana da böyle bir hastalık yakışır ne yani saman nezlesi olacaktım da, hapşır, aksır mı geçirecektim günlerimi? değil mi tembel?

  • deep purple

    4

    ne diyem bilemedim hani başlık olaraktan. canlarım ve de ciğerlerim biliyorum kıskançlıktan çatlayacak bazılarınız, arkadaşım bu da oldu, ben şu ahir ömrümde bir zavallı kul olarak onca basitliğimle bu rock tanrılarını canlı canlı hem de capcanlı dinledim. bu gözler ıan gillian ı , steve morse u gördü, onun gitarını attığı soloları dinledi, öbürünün sesini duydu.

    tamam, yaşlılar falan, tamam bir child ın time yoktu repertuarda, hani boynum bükülmedi mi büküldü, ama olsundu hush yaptık mı beraber, perfect strangers, highway star , hep beraber
    sometimes ı feel screaming dik anacım , dana nolsundu , üstüne de bir smoke on the waters gitti mi valla cila oldu diyeyim anlayın siz.

    şu anda boynum yarı tutuk ve sesim kısık gibi, hani bacaklarım ağrıyor zıplamaktan, yarın işe leş mi gitcem evet, ama söyleyeceğim tek şey siktiirrrrr etttttttttt.

    we want purple ulan bu kadar yani.

  • hola

    0

    - bu sıcaklarda ilaç gibi kampanyası neden yapılmıyor ki, kota, bota, kampanya yapmak yerine.

    - tam mybrute'un esiri oldum lan derken, maybürüt gerçek oldu. bizim bürüt, üstelik, hem mecazi hem gerçek anlamda, gece gündüz suratıma sıçmakla meşgul. tornado of blows yaklaşımı sergiliyor.

    - bir şey bakanı binali yıldırım üçüncü köprünün güzergahını sır gibi saklamaktaymış. arazi rantı şey olmasın diyerekten. güzergahı bir bond çantaya kilitlemiş, çantayı bileğine kelepçelemiş, anahtarı hızlı trenle ankara'ya göndermiş. ömürsün binali abi. ömür tesislerinde peynirli omlet keyfisin.

    - ben "usta kıç çatalı" olgusuna bu şantiyede doydum arkadaş. iyice saçma bir hal alan sıcakların da etkisiyle, ustalar efil efil, ruh sağlığım sallantıda.

    - o değil de, bu muhafazakar mukaddesatçı aklın fatih sultan mehmet'e bu kadar düşkün oluşu, ismini gemilere, bulvarlara verişi nedir allasen? bir yanda 15. yy itibarıyla müslüman bir hükümdar olarak gentile bellini'yi italyalardan getirip portresini yaptıran, istanbul'u alışının akabinde "hektor'un öcünü aldık." diye demeç veren fatih, diğer yanda bay yumurta kafa ve kızıl kraliçe'nin iskambil kağıdından askerleri. mehmet'te ne buluyorsunuz?

    - sinemadan, gösteri dünyasından uzak kaldık. en son sinemaya gittiğimde antonio banderas almadovar filmlerinin aranan oyuncusuymuş. geçen bir baktım, aynı banderas, hollywood'da on beşinci malikanesini satıp on altıncısını almakla meşgulken ekranlara yansımış. multiplex enseli emlak simsarına bağlamış paşam. sinemadan koptuk.

    - otuz yedi kişilik adli tıp kurulu daha bir bağımsız mı oluyor ne? birkaç güçlü kuvvetli asistan da aldılar herhal aralarına.

    - hızlı mı, yavaş mı bilemem ama, zaman habire geçiyor arkadaş.

  • akepe

    siyaset nedir? iki kişinin olduğu yerde siyaset ya da politika başlar demiş aristo. insan politik bir hayvandır diye de eklemiş ardından. iki kişinin olduğu yerde iktidar kavgası başlar dersek, politika güçler savaşıdır diyebiliriz. iktidarı ele geçirme uğraşı.

    iktidar ise zorun meşrulaştırılmasıdır. güce dayanır, bu kaba kuvvet de olabilir, para da ya da zeka . amaç gücü elinde bulundurmak ve diğerlerini istediğin kalıba sokmaya çalışmaktır.

    neden anlatıyorum bunu? çünkü son seçimlerden beri özellikle akepe nin yaptığı budur. akepeyle beraber diğer toptan dinci güruh. sıradan insana uygulanan mahalle baskısı artık iyice dillenip toplumu şekillendirme yönüne iyiden iyiye girmiş bulunmaktadır. bu konuda basından ya da adını koyalım zaman gazetesinden de epey faydalanılmakta. başbakanın ağzından döküldüğü gibi bir biz ve onlar kavramları oluşmuştur. bu bize dahil olanlar iyilerdir, el üstünde tutulanlar, sistemden her türlü nemalananlar. bunun içine türbanlı, çarşaflı kadınlar, badem bıyıklı , çember sakallı, cüppeli fesli erkekler girmekte. her nevi tarikat bu bizden olma gücünden daha fazla pay alabilmek adına kendi aralarında kıyasıya bir savaş içerisindeyken, ötekilere karşı bir birlik beraberlik görüntüsü vermeye çalışmaktadır.

    yani; zaman gazetesinin yaptığı -her zaman yaptığı gibi hedef gösterme haberlerinden bir diğeri- idil biret in topkapı sarayında konser vereceği haberi üzerine , muhsin in tosuncuklarının topkapı sarayını basmasının anlamı budur. muhsin in tosuncukları da var olandan faydalanma yönünde biz de burdayız diyorlar . anladığım budur. bir de başka yönü, topkapı sarayının osmanlı bağlantısını göstererek, bir bizim kutsalımıza onlar elini süremez mantığı. yani yine bir biz ve onlar ayrımı. bu ayrım aslında uzundur vardı ama bu kadar kör gözüne sokularak da olmamıştı.

    neden acaba? bu biz ve onlar ayrımı nedendir? bu noktada biraz eskilere gitmek biraz tarihi eşelemek lazım. devrimimize bakmak ve devrim kavramını incelemek lazım.

    tarihde devrimin bir toplumsal dönüşüm için olmazsa olmazlığını şart koşan fransız devrimidir. ha onun öncesinde bir ingiliz devrimi yaşanmıştır , cromwell taraflarınca ama o daha sessiz , daha uzlaşmacı bir tavırla olmuştur. bu devrim fikrinin kanlı ve halk desteğiyle, sınıflar arası çatışma sonrası, iktidarın bir sınıftan alınıp diğerine geçmesi gereği fransız devrimiyle bilinçlere yerleşmiştir. bu tanımdan sevgili liberaller hoşlanmayabilir ama marxist yorum budur. bir marxistten de başka bir şey beklenmemelidir. buradan hareketle kendi tarihimize bakarsak geleceğimiz nokta kemalist devrim sürecidir. halk desteği olmadan tam tersine halkın direğenliğine rağmen yapılan sınıflar arası çatışmayı ele almadan, yeni bir toplum yaratma hevesi. fransız devriminden alınan halka rağmen halk içinci jakoben anlayıştır. ancak o jakoben anlayış beraberinde terör dönemini (1791 -1794) getirmiştir ve sonrasında robespierre öldürülmüştür. fransa bu karmaşa döneminden ve sonrasından devrim kavramını uluslararası literatüre sokarak ve kendisi bir imparatorluk döneminden sonra demokrasiye geçerek çıkmıştır. halka rağmen hçbirşey olamamaktadır. bu anlaşılmıştır. zaten devrimi miras alan marxistler de halkla beraber halk için anlayışıyla iktdarla çatışmıştır.

    demem o ki; istiklal mahkemelerinin baskıcı unsuru sadece o dönemle sınırlıydı. korku bir yere kadar durduruyor bu halk denen yığını. ilk meclisteki o iki grup arasındaki çatışmalar yıllar sonra biz ve onlar kavramıyla karşımızda sahneleniyor. ittihatçı anlayış beraberinde karşıtını da getiriyor gözünü sevdiğimin çelişik mantığı , siyahsız beyaz olmuyor. şimdi iktidar dincilerin elinde , kıçlarına takılmış liberallerle beraber sistemi kendi istedikleri şekilde yoğuruyorlar. bunun için de kendilerine muhalif olan her akımı bir şekilde susturup ya da hiç bir şekilde dinlemeyip devam ediyorlar. başbakanın dediği gibi durmak yok yola devam.

    nerdeyse her şeyi kutsal ilan edip buraların hakimi biziz , bizim tarihimiz biz sahip çıkarız size ne oluyor diyorlar. hüseyin üzmez denen pedofil sapığı savunacak kadar da ahlaksızca bir tutum içerisindeler, gerekçeleri de siz bize ahlak öğretemezsiniz anlayışı. kol kırırır yen içinde kalır, ceza kesilecekse biz keseriz. gerçi ceza verdikleri de yok , baştacı ettiler adamı. kadın mal olduğu için tarihlerinde zaten, erkeğin gücü görülmüş oldu bir kez daha onlar için tabii. askerlerin sivil yargıya dahil olmalarının önünü açarak, liberallerin desteğini körüklemiş oldular. oysa askerlerin bu cumhuriyeti biz kurduk , biz sizi yönetiriz tavrını kırmak amaçlıdır, muhalefeti biraz daha ezmek. askerleri de kendilerine tabii kılmak. yoksa yargının bağımsızlığı amaçlanacaksa kaldırsana önce şu adalet bakanlığının yargı üzerindeki gücünü. yargıyı özerk hale getirsene. işlerine gelmez tabii. ekonomi bakanı çıkıp işçiler için biz onlara şu kadar zam yaptık falan diyor. işçilerin hakkını sanki kendilerinin bahşettiği bir lütuf gibi sunuyor. işsizlere oynuyor, geçici işçi çözümsüzlüğüyle. işsizlerle işçileri birbirine kırdırıp kendileri kenardan seyredecek.tersanelerde ölen işçiler ya da davutpaşa da yananlar -hala sorumluları bulunmadı mesela- , çalışanların haklarının her geçen gün törpülenmesi v.b. tüm bunlar göstergeyken, aslından akepenin kimin sözcülüğünü yaptığı ortadayken çıkıp bir de demokrasi havarisi ilan edilmiyorlar mı liberallerce, işte bu beni çıldırtıyor.

    sonumuz pek hayır gibi gelmiyor bana. süreç daha da tehlikeli günlere gebe gibi.

  • meşru mermi

    0

    uğur kaymaz ın bedeninden çıkan her bir merminin ya da devlet terörünün yeni adıdır meşru mermi.

    uğur kaymaz ; mardin'in kızıltepe ilçesinde 21 kasım 2004'te henüz 12 yaşındayken babasıyla beraber öldürülmüş çocuktur. ölü olarak ele geçirildiği düşülmüştür kayıtlara, 12 yaşında bir bedenin. ayağında terlikleriyle polisle çatışmaya girdiği iddia edilmiştir; 12 yaşında bir çocuk, ayağında terlikleriyle , babasının yanında 9 tanesi sırtından toplam 13 kurşunla ,ölü olarak ele geçirilmiştir.

    tarihe kızıltepe davası olarak geçen davanın neticesinde; 4 polisin nefsii müdafa yaptığı tespit olmuş ve polisler beraat etmiştir. 12 yaşında bir çocuk bedeninde 13 kurşunla , polis amcalarının nefsi müdafaası ile ölmüştür. çocuk değildir o, ölü olarak ele geçirilen bir teröristtir devlet babasının gözünde. suçu; mardin in kızıltepe ilçesinde bir kürt ailenin çocuğu olarak doğmakla sabitlenmiştir. bu suç bu memlekette yeter de artar denilesidir zaten. 12 yaşındaki o bedenden çıkan 13 merminin her biri masumdur olabildiğine, meşrudur bu memlekette. vatanın birlik ve beraberliği adına sıkılmıştır o küçücük bedene.
    kızıltepe davasından çıkan sonuçtur bu! uğur ölünce ya da uğurlar öldükçe vatanın birlik ve beraberliği kopmaz bağlarla daha bir sağlamlaşmaktadır zaten. hem bu uğurda iki hafta önce 86 çocuğa cezalar yağdırılmamış mıdır zaten ? her şey vatan için sonuçta. çocukları , okullara göndermek yerine içeriye tıkmak da ya da ayağında terlikleriyle yemek yediği sofradan kaldırıp, dışarda 13 kurşun sıkmakta vatan için. birlik ve beraberliğimiz için. türk- kürt kardeşliği için, bölenlerin kalleş olduğu hani şu meşhum kardeşlik için.

    uğur , canım yanıyor. uğur, dilim varmıyor ne laf anlatmaya, ne tartışmaya. uğur , öldün ve seni öldürenlerin masum olduğunu öğrendik. uğur, bizi affet. o küçücük bedenden çıkan her kurşun meşru uğur. batıdaki çocuklara polis haftasında şeker dağıtan polis abilerin, sana kurşun verdiler uğur.
    çocuklar öldürülmesin değil mi uğur, şeker de yiyebilsinler !

    uğur; kardeşim! uğur; çocuğum! uğur, ez bı mırın!

  • pandorama

    3

    Gecenin sabaha dokunup kaçmak için aportta beklediği saatlerdi. Yerde rakıyla boşalmış rahatlama uykusuna yenik düşmüş bir kadeh, az ötesinde vuslata şahitlik ettiği için cezalandırılarak bitirilmemiş yarım dilim kavun duruyordu.

    Kızıla çalan kanepenin üzerinde kanepeden çaldığı renkleriyle saçlarını sereserpesermiş kadın, bukalemunluğuna methiyeler düzen rengahenk evinin ortasında imza gibi yatıyordu.
    Bacaklarını huzursuzca bitiştirmeye çalıştığı anda gözkapaklarını tam tersine evirmeye meyletti. Ancak ne bacaklarını kapatılmaya, ne gözleri açılmaya niyetliydi. Gözlerinin üstünde oturan iki küçük panda yavrusunu rakıya yordu da ayaklarının kavuşmamasını anlamadı kadın.

    Yine saatlerce suda kalmaktan pembeleşmiş topuklarına, şeftali çekirdeğine dönüşmüş sonra yine ütülenmiş gibi düzelmiş küçük ayak parmaklarına bir kez daha komut verdi. Tenine değen hışırtıdan anladı. Ayaklarının arasında sayfalarını açmış duran bir kitap vardı.

    Gece, rakısına eşlik eden sessizliğe çelme takmak, uyumadan önce bir şeyler okumak istemişti. Okumaya mecali olmayan gözlerini "sadece bakacağız" diye ikna ederek seçtiği Edouard Boubat ın fotoğraf sanatı adlı kitabıydı yataktaki arkadaşı.

    Kitabın kapaklarını ve sayfalarını kadını kucaklamak istercesine açmış olması ironinin ötesinde bir yerde, bir kaç saat önce ellerinde durduğu kadını sayfalarının arasına almak niyeti gibiydi.

    Fotoğrafa özne bir kadın, kitaba malzeme bir fotoğraf, kadına yaren bir kitap o gece sabaha kadar birbirlerine karıştılar.

    Sabah postacı kapının altından dışarıya atılmış siyah beyaz bir fotoğraf buldu.
    Fotoğrafta; açık bir kitap, kitabın bir sayfasında postacının elindeki fotoğrafta görünen kadın ve ayaklarının arasındaki kitabın fotoğrafı duruyordu.

  • hayat boş, eğlen coş

    0

    yine yeni yeniden merhaba. yar bana bir eğlence aman diyerekten hadi yazalım bişeyler bu taraflara, ne zamandır boşladım farkındayım ahanda geldim tekrar helolaloraya.

    ay şimdi ben neler anlatsam ki sizlere, nasıl derler bir böyle adam sendecilik, bir boşvermişlik, bir dünya yansa umurumda olmazcılık sarmış ki ne zamandır beni,bilmem sonum ne olacak? hiç umurumda değil memleket sathında olan bitenler yahut yakın çevremde kopan fırtınalar, kim ne anlatsa" ay şekerim olur öyle , geçer sonra ,boş işler bunlar diyorum sadece, hayat güzel be, yaşa geç " gibi muhteşem yorumlarla karşıladığım için, bir süredir bakıyorum kimse bana bişey anlatmıyor. neymiş benim aklım bu aralar başımda değilmiş, neymiş bu genel keyif hali ne kadar sürermiş. bu ne ayol? kıskançlar sarmış dört bir yanımı, gencim güzelim elbet gezerim.

    o değil de ( bu kadeh senin şerefine tembel cim , bu kalıbı dilime yapıştıran sensin) ; ne kadar konuşsak ne anlatsak boş ben bunu farkettim. geç oldu epey de, en azından uyandım, dünyayı kurtarma fikrimdem vazgeçtim ben. dünya kendini kurtarsın hatta mümkünse bana da bir el atsın. ben giyip böyle şıkır şıkır kıyafetlerimi, topuklu ayakkabılarımın üzerinde son derece zarif , şarap kadehim elimde boğazı izlemek istiyorum mesela, başka bir gün cihangirde merdivenlerde oturup serserilik yapmak sonra, hayattan keyif almak bu aralar tek derdim, öylesine boşvermiş o kadar serseriyim .

    ha bir de akp ye, akepe diyecek kadar da edepsizim, varın siz tahmin edin gerisini. sosyal mesajımı da verdim, feysbuktan vatan kurtarmış kadar oldum, ne kadar da mesudum. ne kadar da sosyalim, ne kadar da nmesaj kaygılı yazarım ben.

    hadi görüşürüz şekerlerim, arada gelir size yine el ederim.

  • içimizdeki ayak sesleri

    3


    siyah, beyaz, mor, fuşya, kahve, bej, yeşil. bağcıklı, fiyonklu, kelebekli, boncuklu, kurdelalı. parmak arası, spor, yüksek ökçeli -yalnız sayarken farkediyorum ki henüz yumurta topuklu olanı yok- yumurta topuksuzu. herbiri ayrı ayrı hem güzel, hem çok çekiciler. her biri ayrı ayrı rahat değiller ama.
    saymaya korkuyorum onları. tam olarak kaç çift olduklarını bilirsem kendim için bir yabancı olacağım. kendine yabancı, gerçek ihtiyaçları ile sahte ihtiyaçlarını ayırd edemeyen bir tüketici dişil. el adamı mı nedir?
    beğendiğim anda, ki bazen beğenmeye vaktim olmuyor gördüğüm anda çarpılıyorum. hepsini kucaklayıp evime götürmek istiyorum. gözüm dönüyor. kendimi tanıyamıyorum. eve geldikten sonra düşünmüyorum sanmayın. o tanıyamadığım gözü dönmüş canavarı karşıma alıp ''ne yaptın sen?'' diye soruyorum. cevabı kendisi de bilmiyor çoğunlukla. kitap alırken de oluyor aynısı. şimdilik kitap konumuzun dışında ama.
    bakmayın öyle, gugıl'ın derinliklerinde minik bir gezinti yapınca öğreniyorum ki yalnız değilim. bir ben değilim.
    madonna ayakkabılar için ''seks kadar iyi'' diyor ''üstelik uzun süre dayanıyor.'' sex and the city dizisinin bölümlerinden birinde carrie ayakkabıya harcadığı parayla new york' ta bir apartman dairesi satın alabiliceğini söylüyor. maksim gorki '' bir çift sağlam ayakkabı, davada başarı sağlamak için büyük savaşlardan daha yararlıdır.'' diye yazıyor.
    bilinen en eski ayakkabı oregon' un orta bölümlerinde ki fort rock mağazasında bulunan -neredeyse 10.500 yıllık- bir sandalet. kış aylarında mağaralarda yaşayan, yaz aylarında bataklıklarda avlanan bir kuzey amerikalı yerlisine ait.
    neandertallerin ayak kemikleri incelenip, 26.000 yıl önce yaşamış atalarımızın daha narin ayaklarıyla karşılaştırıldığında ayakkabının ayağın üzerine binen basıncı azaltması ve ayağa destek sağlaması nedeniyle ayak parmaklarını güçsüzleştirdiği sonucuna varılıyor.
    louisiana eyalet üniversitesinden bir uzman misseri'de bulunan yavşan kabuğu liflerinden yapılmış yaklaşık 8000 yıllık sandaleler üzerinde yaptığı incelemede hiçbirinin diğerine benzemediği sonucuna ulaşıyor. ''bu ayakkabıları giyenler yalnızca hayatta kalmak için mücadele ediyordu.'' diyor. '' her bir çifti diğerlerinden farklı. yapmak zorunda değillerdi ama nesneleri görsel açıdan alımlı hale getirmek , bir çift ayakkabıyı biraz daha karmaşık yaparak diğerlerininkinden farklılaştırmak insanın doğasında var. buradan anlıuyoruz ki farklı, ayırt edici ve güzel şeyler giyme tutkusu çok eski zamanlardan beri var. herşeyi dedemgiller başlatmış. balık baştan kokmuş. ben sadece bu geleneği sürdürmeye çabalıyormuşum meğer.
    ILC dover nasa için uzay ayakkabısı üretiyor. çifti yaklaşık 30.000 dolar civarında. bak benimkiler beleş nerdeyse.
    aydede çizmesi ay ayakkabısı yani çeşitli polyester katmanlardan oluşan iç bot ve iç botu kaplayan galoştan üretiliyor. ayakkabının eksi 221 ila artı 177 derece arasındaki sıcaklıkları kaldırabilmesi, mikrometeroidlere karşı dayanıklı olması ve aydedenin kayalık yüzeyinden zarar görmemesi gerekiyor. ay aracının iniş modülünden kilometrelece uzakta bozulması olasılığına karşın, astronotların rahat yürüyebilmesi gerekiyor.
    ayakkabının önemine çekiyorum dikkatlerinizi zira ay'a ilk bir ayak değil ayakkabı basıyor.neil armstrong'un 43 numero ayakkabıları. kimbilir belki de hala orada duruyor.
    apollo astronotları dönüş yolunda topladıkları taşların ağırlığını dengelemek için ayakkabılarını orada bırakıyorlar. ben olsam kendim de kalırdım orada. hayatta bırakamazdım ayakkabılarımı. ne baktın arkadaşım öyle? bu yüzden astronot değiliz olamadık işte. o değil helikopter alma hayalim vardı benim. hala var. o zaman çıplak ayakla dolaşabilirim dünyayı belki. du bakalım.
    adamın biri ''ayak erotik uzuv, ayakkabı ise bu organın cinsel örtüsü. ayakkabı erotik olan. ayağın pazarlayıcısı'' diye yazıyor. ayak fetişistleri üzülmesin fikir fena değil ama prens sindirella ablanın ayaklarının peşine değil, ayakkabısının tekinin peşine düşmüştü. hatırlatırım.
    stilettolar moda dünyasına 2. dünya savaşından sonra adım atıyor. stletto italyanca ''kama'' anlamına geliyor. topuğun nüvesinde çeli,ğin kullanılmasına ve topuğun daha ince olmasına olanak tanıyan teknoloji sayesinde ayakkabılar gökdelen gibi yükseliyor.
    anadolu' da ''dost başa, düşman ayağa'' bakıyor. memlekette her türlü bağ ''dost'' ''düşman'' çerçevesi dahilinde kuruluyor. hikayelerin tümünde, yaşamın içinde hep bir ''dost'' hep bir ''düşman'' var. peki düşman niye ayağa bakıyor? düşman bizzat kendi cevap versin bu soruya.
    anadolu'nun ayak sesi en basit ayakkabısı olan ''çarık'' ile yükseliyor. çarık, tuzla terbiye edilerek gölgede kurutulmuş tek parça gön ve işlenmemiş sığır derisinden yapılan ve deliklerine geçirilen şeritle sıkıca bağlanan bir ayakkabı. ayağa bez sarılarak yün çorap ile giyiliyor. saray halkı ise daha çok pabuç ve çizme giymeyi tercih ediyor. ''sarı çizmeli mehmet ağa'' var. o çizmenin bu çizmeyle ilgisi var mı bilemiyorum. bence var.
    daha sonra yemeni, başmak ve pek tabii ki takunya. ne yazık ki takunya izleyen yıllarda farklı algılanış biçimleri kazanmış olsa da - hemen gözlerimizin önüne ıslak dudaklarıyla necottin erbakan'ı getiriyoruz- aslında göçebe kültürüne yabancı, daha şehirli, daha sofistike, daha rafine bir hayatın yaşam biçiminin, hamamlı, konaklı bir hayatın parçası olarak biliniyor.
    sait faik bir öyküsünde küfeci çocuğun kirli, soluk, çıplak ayaklarına merhametle değil sevgiyle bakar. onu kucaklama, köşedeki kunduradcıdan ona lastik bir ayakkabı alma isteği duyar. aynı sait faik bir öykü daha yazsın. ben o öykünün kahramanı olayım. güzel ayaklarıma sevgiyle, -dilerse merhametle bile bakabilir- baksın. köşedeki kunduracıdan bir ayakkabı da bana almak istesin. alsın hatta. ayakkabı beni dilediğim her an olmak istediğim yere uçursun.

  • kemer olması

    4

    bu enteresan ülkede mimari kadar götüboklu ikinci bir konu daha yoktur herhalde sayın emellerim. vardır diyenle her türlü kapışmaya hazırım: cilli, çelik-çomak, gazoz kapağı... alayınızı üterim. her neyse, diyorduk ki, mimariden hoşlanan bir insanın bir-iki numunelik sokak/mahalle haricinde gözüne şu büyükada'da fayton çeken atların gözlerine takılan siyah renkli kare şeylerden takması lazım çıkıp dışarıda rahat rahat gezmek istiyorsa. örnek istiyorsanız, bakınız: kemer. nedir kemer? yapı elemanı. yığma yapılarda yatay yüklerin düşey yüke tahvil edilmesinde kullanılan, tepe noktasından kilitli, sevimli, eğrisel dizilmiş taşlar. gotiği, rokokosu falan olur. açıklık geçmekte kullanılır. bir de bunun tonoz diye integrallenmiş olanı vardır. o başka. şimdi, gelgelelim, betonarme yapı sistemlerinde kemer denen zımbırtı kullanılmaz, yerini demir donatılı dümdüz kirişlere bırakır. ya da bırakmalı. oysa siz sokağa çıktığınızda ne yöne baksanız yine kemer görürsünüz. camilerin girişlerinde, apartmanların pencerelerinde, evde, salona girerken... ölçüsüz, oransız, kalfa gözüyle çatılmış, bir şey taşımayan, taşıması da mümkün olamayan sahte kemerler. kemer denen şeyin kendine özgü formlarını geliştirmiş, en rafine örneklerini vermiş osmanlı mimarlığının hayvansı örnekleriyle dolu bu sokaklarda, o örneklerin yanı başlarında, temel tasarım kurallarını ağlatacak absürtlükte kemerler. ondan sonra diyorduk ki, bu ülkede mimari kadar götüboklu ikinci bir konu daha yoktur. üstüne bir de sebzeler dünyası, tuhaf tuhaf şeyler gibi ne idüğü belirsiz etiketlerle donanmış bu saçma sapan blogda "dank!" diye mimari isimli bir etiket olması... absürtlük höyüğüne tüy dikiyor yani.

  • Brüt Klanı

    0


    Tembel'in isim babalığında maybürüt klanı az önce oluşturuldu. Eşi dostu, güçlü kuvvetli bürütleri, en önemlisi yürekli helolalorarı bekliyoruz. 

  • Kendi Halinde Orospu Çocuğu

    2


    Tevazu sahibi olmak hakkında bir tanım yapmaya kalkışmak dahi işin doğasına aykırı iken ortalıkta birbirilerine mütevazı olmayı salık veren insanları gördükçe bu alemde layıkıyla yaşamanın tek yolunun "Kendi halinde orospu çocuğu" olmaktan geçtiği sonucuna doğru gitgide yaklaşıyorum. Hayır zaman zaman başıma geliyor bu. "Bence biraz mütevazı olmalısın", "Empati yapmalısın", "Benmerkezci olmamalısın" cümleleriyle hayatta edindikleri güzide deneyimlerini, doğrularını paylaşmaya çalışırken ukalalık sınırlarını çoktan aşan insanlar var. Önce dayanamıyon, söylüyon, "Ama bak şimdi sen bana mütevazı olmam gerektiğini söylemekle ukalalığın kralı yapıyon. Senin ukalalık baremlerin nedir? Kriterleri sen mi belirliyon da bir kıyas yapabilme imkânı bulup teşhis koyuyon?" diyon, usul usul anlatıyon, o zaman da -eğer karşındakinde az biraz çakallık varsa- itham edildiğin kavramı meşrulaştırmaya çalışmakla suçlanıyon. "Tevazuymuş, adil olmakmış, hakmış hukukmuş bunlar işin içine insan ve algı faktörü karıştı mı monoblok değerler olmaktan çıkarlar. Hani parametre, hani referans?" falan diyon, ama eğer karşındaki kendisini bir kere hüküm mercii olarak benimsedi ise o muhabbetin varacağı bir yer yok. Ben en son 'Anladın mı?' sorusu yerine 'Anlatabildim mi?' demeyi denesen?" e kadar dayanabiliyorum mesela. O an o kayıtsız başıboşluğa kapılmak bir alternatif ama işte tam orada bu dediğim sessiz sakin, kendi halinde orospu çocukluğu da devreye girebilir. Girerse iyi oluyor. Hem tavır yerine geçiyor hem de zamandan inanılmaz tasarruf sağlıyon. En önemlisi, bir şeyleri de anlatabilmiş oluyon. Ha en başından kestirip atmak, postayı koymak da var işin içinde ama onu çok yapmamak lazım. O zaman da vakit geçmez. Yaşa yaşa bitmez o hayat. Oysa kendi halinde orospu çocuğu öyle mi? Gayet kararında tüketiyor zamanını da kendisini de. Belli belirsiz bir çabası ve farkında olmadan da sergileyebildiğ bir tavrı var. Eti kendisinin sütü bakkaldan alıyor. Kemiklerini de kurtlara, köpeklere veriyor. Suya mı dokunuyor sabuna mı belli değil. Böyle bir şey.

  • beste yaptım şaheste

    2

    ayağımızın tozuyla

    nümayişkar bir kalabalık tarafından havalimanında karşılandıktan sonra ayağımızın tozuyla otele geldik. imza atmak gerekiyormuş (diğer yazar kardeşlerim size de attırdılar mı imza, çok kazık maddeler var lan, başka yerde yazmayacağıma, 99 yıl süreyle yazdığım herşeyin telifinin tembel namlı yazara ödenecğine namusum ve şerefim üzerine imza attım lan. imza öncesinde içtiğim fruko gazoz biraz başımı döndürdü ama neyse olan oldu)
    neyse efenim imzamızı attık odamıza çekildik. odada bembeyaz kuyruklu bir piyano beni bekliyor idi. üzerinde hoşgeldin yazan bir kocaman kırmızı kutu ile. açtım baktım frak. frak giymiş herkesin penguene dönüştüğü bir dünyada buzulların geleceğini düşünerek ben de küresel ısınmaya katkıda bulunmak için harakete geçtim. geçer geçmez parmaklarım karıncalanmaya başladı. frak ve kuyruklu piyano ikilisi beni çağırıyorlardı derhal avdet ettim.
    kıçımı o güzelim tabureye koyar koymaz siyah beyaz tuşlarda gezinmeye başladı parmaklarım... (lirik yok. üç nokta yok. sözleşme var)
    bildiğin çalıyordum yani. o tanıdık melodiye söz yazarken buldum kendimi (haleeeluyyaaaa, haleeeee luuu yaaa idi orijinali) çin malı olduğundan herkesin şüpheleneceği helolaloraaaa helo lalooo raaaaa adlı bestemin single'ı çok yakında hipermarket kasalarında, prezervatiflerin heman yanında... (bunun gelirini de tabi ki iş şu sözleşme ile tembel efendi nzdinde bloga bağışlamış bulunuyorum)
    huzurlarınızdan ayrılırken bir dahaki yazıda nispeten normal şeyler yazmayı umuyorum.

    hadiyos.

  • aktüalite

    6

    tıknefes blogunuz helolalora? orta sahada çok koşup top kapacak genç oyuncu açığını altıncı neslin parlayan yıldızı mahmur beste ile giderme yoluna gitti sevgili izleyenler. helolalora? transfere doymuyor. sizin de çok umurunuzdaydı zaten.

    burada yazılan saçma sapan şeylere kızıyor, hırsınızı kanalize edecek mecra bulamıyor musunuz? helolalora?nın en az kendisi kadar tırto özelliklerle donanmış mybrute karakterine aşağıdaki linkten ulaşıp kaşını gözünü açabilirsiniz:

    http://helolalora.mybrute.com/

    helolalora? halka rağmen, halk için.

  • mardan

    0


    postmodernizm, gece yarısından sonra beslenince gremlinlere dönüşen küçük pofuduk hayvan gizmo gibi, bir anda sevimliliğini yitirip gelenin geçenin kolunu bacağını kopartabilir. tehlikeli şeyler bunlar, dikkat edilmeli. antalya - lara'daki eski adıyla istanbul, yeni adıyla mardan palace otelini, paris hiltonlu miltonlu açılışından, bahçesinde bacak uzunluğu boyum kadar ruz kızları ve sahipleri olan yeniyetme oligark mahdumları cirit atmaya başlamadan önce kısaca dolaşma fırsatım oldu. lazer kesimli mermerlerinde ve özel dokutulmuş ipek halılarındaki türkiye şartlarında mükemmel işçiliğe hayran olmanın yanında, dolmabahçe'nin cümle kapısını bire bir kopyalayan, havuzun ortasına kız kulesi diken bu mimari tavırda insanı bir parça ürküten, bir parça da tiksindiren bir şeyler var.

    aynı bölgede bulunan venezia, kremlin, topkapı'dan sonra bu binayla iyice istimini alıp kreşendoya ulaşmış gözüken, taklit ettiğine saygı dahi duymayan bu enteresan tavır, taklit kız kulesi'ni gerçeğinden daha büyük yapmaya kadar vardırabiliyor işi. nerede ayasofya'nın kubbesine baka baka kendi merkezi mekanını yaratırken bambaşka bir mimari tavır ortaya koyan, eseriyle o güne kadar yapılmış diğer eserlere selam duran geçmiş zaman mimarı, siz neredesiniz.

    robert venturi'den onlarca yıl sonra, kendi görgülerince las vegas'tan bir şeyler öğrenen, öğrendikleri yalan yanlış formları da getirip üzerimize kusan bir tasarımcı grubu oluştu. gemi, uçak, uzay mekiği maketi niyetiyle yapılmış otel binaları, dev sürahiler, dev portakallar, tematik yapılar, parklar, meydanlar. sanki normalde hayatımız çok düzmüş gibi, her köşe başından fırlayan yeni bir tema. tema sözcüğünü anlamsızlaştıran temalara batıyoruz.

    fonksiyonun önde gittiği modern tasarımda, tasarımcı, kendini silmeye, objesinin içinde kaybolmaya uğraşır. şimdi modası geçmiş de olsa, kullanıcıya saygılı ve asil bir tasarımcı tavrı. oysa son birkaç yılın binalarına baktığımda, ahmet yılmaz karikatürlerinde her taşın altından çıkıp "kara murat! buradayım'!" diye bağıran başarısız kötü adam gibi, objesinin tepesine çıkmış, boyunu posunu gösterme telaşında tasarımcılarla karşılaşıyorum. bir kısım mitolojik çağrışımlı komplekslerini aşamamış gibi duran tasarımın bitmez tükenmez ilgi açlığı, tasarlananı soysuzlaştırdığı ölçüde, içinde yer aldığı çevreye zarar veriyor.

    bu egosu boyundan büyük koca bebeklere, yine ahmet yılmaz'ın stilize kara murat'ı edasıyla, göz ucuyla bakıp "ee ne olmuş, ben de buradayım." demek lazım.

  • ah samet, seni deli çocuk!

    15

    sarı boyalı eski borsa binasının önünden geçiyoruz. ikimizin de kafası iyi. borsa binası sahil yolunun basmane ye doğru döndüğü köşede dekor gibi duruyor. geçen yüz yılın başından kalma binanın bin dokuz yüz seksen dört yılında açılmış bir zaman kapısından geçip sahil yolunun basmane ye döndüğü köşede bir dekor gibi durmasının sebebi eski olması ya da sarı olması değil. birkaç sebep var. ikinci sebep eski sarı binanın kemerli pencerelerinin üzerinde asılı duran elektronik tabela. bu üçüncü sebep de olabilir; hikaye yazılırken numaralandırmada bir karışıklık olmuş olabilir, bu önemli değil. önemli olan elektronik devrelerden gelen ve soldan sağa doğru akan yazıların kuru üzüm taban fiyatlarını gösteriyor olması. üstelik ördeklerin kuru üzüm taban fiyatlarına olan etkisinin parametreler arasında olup olmadığını da bilmiyoruz. samet le birbirimize bakıp ürperiyoruz. samet in gece kadar karanlık kafası geceyi daha da karanlık yapıyor ve o kafa iyi olduğunda on iyi kafa gücünde oluyor. ürperdiğindeyse hiçbir şey olmuyor. bu duruma samet e belli etmeden seviniyorum. belli etmeden sevindiğim zamanlarda on içten pazarlıklı gücünde oluyorum, kimse fark etmiyor. samet ansızın şehrin tüm camlarında, sokaklarında, çocuklarında, gürültücü ölülerinde, sessiz okul bahçelerinde yankılanan, lovecraft ın başka dünya iblisleriyle dolu dipsiz çukurlarında doğmuş çığlıklara benzeyen bir fren sesi yaratarak duruyor. önce burnum ve ardından tüm suratımla ön cama çarpıyorum. suratım kaza testinin suçsuz mankenlerinin suratları gibi eziliyor. daha sonra camdan oturduğum yere geri tepiyorum. burnum kanıyor, samet sabit. o eylemsizlik yasasına tabi olmayan ender insanlardan. bu yüzden hayat sigortası yaptıramıyor olsa da bunu dert etmiyor. ben tam samet in dert etmediği şeyleri saymaya hazırlanırken arabanın önüne önce bir motor, hemen ardından da kasklı bir adam düşüyor. ilk aklıma gelen eylemsizlik yasasına tabi olduğu. ama ben sağlık sigortası olup olmadığını düşünürken samet tam on ölü gücünde kayıtsız, katatonik katatonik duruyor. kasklı adam ön kaputa çarpıp yere düşüyor. adama ne olduğuna bakmak için kapıyı açıp dışarı çıkmam gerektiğini düşünüyorum. kapının kolunu ararken araba şiddetle sarsılıp kasklı adamın üzerinden geçiyor. bunun sebebi, kasklı adam motoruyla bize çarpmadan önce motorun arkasından gelen arabanın, şimdi bize çarpmış olması. artık kasklı adama ne olduğunu merak etmeme gerek kalmıyor. bu andan sonra sağlık sigortası olması kendisi de dahil kimseyi ilgilendirmiyor. samet hala sabit. hipnotize olmuş gibi soldan sağa akıp giden kuru üzüm taban fiyatlarına bakıyor. araba sarsılmaya, caddede çarpma sesleri duyulmaya devam ediyor. samet in karanlığına doğru seslenme düşüncesini bir anlığına aklımdan geçirip orada bırakıyorum. ben buna karar verdiğim anda samet arabadan inip tabelaya doğru yürümeye başlıyor. kaza insanları kazayı bırakmış samet in yürürken oluşturduğu karanlık ize bakıyorlar. bedensiz gölgelere alışık olmadıklarını hatırlıyorum. asıl hikayenin o andan sonra başladığını ve o anda da bittiğini anlıyorum. samet borsa binasının kapısının altında duruyor. önce elektronik devrelerden geçip gelen kırmızı ışıklar samet e doğru çekilmeye başlıyorlar. sonra sırayla sokak lambaları, vitrin ışıkları, kaza yüzünden yolda durmuş arabaların saldırgan farları samet e doğru bükülüyorlar. samet borsa binasının önünde bir girdabın merkezi gibi duruyor. o nun zifiri karanlık kafasının neden öyle olduğunu ve neden olduğunu anlıyorum. bunu anladığım anda da hikayenin bittiğini ve onu artık kimseye anlatamayacağımı anlayıp samet in karanlığına doğru çekiliyorum. siyah girdabın merkezine doğru çekilirken aklımda o garip cümle benimle birlikte dönüp duruyor: "ben ayrılıyorum, hadi siz de yavaş yavaş dağılın artık. "




  • limon

    8


    ''gene de herkesin hiç kimse 'bilmiyormuş' gibi yaşamasına ne kadar şaşılsa azdır. gerçekte ölüm deneyimi yoktur da ondan. ancak yaşanan, bilincine varılan şey denenmiş olabilir''

    hakkında tüm söyleyeceğimiz sadece buymuş gibi şey demişiz ona. orospu çocuğu ve ibne. düşündüm de hiç öyle orospu çocuğu, ibne falan değil o. ne çok haksızlık ediyormuşuz meğer. zaten bu evrenin hiç durmadan, zerre düşünmeden sürekli haksızlık eden tek türüyüz diyebilirim.
    bilincine vardım tabii bütün bunların. evvelden yüksekten sallıyormuşum bilemezdim işte. şimdi biliyorum ama. en azından bilincine vardıklarımı.
    hem orospu çocuğu olan biziz bence. bilmem kaç yaşında onu anladığını sanan gerizekalılar. sürekli hüzünlü, çok kısa, anlamsız, bik bik bik şeklinde şikayet edenler.
    o aslında o kadar (en az latetia casta'nın memeleri kadar) kendi halinde ve güzel ki. duruyor öylece.
    serüvenimizin sürdüğü her gün onu yaşamak bizim işimiz. o geçtiği hergün bize bir şeyler öğretiyor. bilincine varalım diye elinden geleni yapıyor. biz ne yapıyoruz? tekrar tekrar anlatmaya gerek yok, biliyorsunuz.
    asıl ibneliği vücudumuz yapıyor aslında. kafasına göre takılıyor. gerçi kafa olayı vandal' ın işi. o daha iyi bilir hangi kafa ne kafası. işlevini sürdürürken tekliyor dedik ya arada vücudumuz. işte o zaman çok acayip şeyler olabiliyor. vücudumuz çok ibne bence. yavşak böyle. bilincine vardım korkuyorum artık ondan. bir kere tekledi diyelim işlevini sürdüren organ, gerekli operasyonun yapılması lazım. o süreçte daha önce kim olduğunuz, ne olduğunuz, ne okuduğunuz, ne bildiğiniz, milliyetiniz ya da cinsiyetiniz, paranız, pulunuz vs.. hiçbiri işe yaramıyor. misal kimse size mozart dinledin mi hiç hea? liszt, beethoven, chaykowski ne demek? ıssız adam oldun mu hiç? ermeni misin yoksa la? bukowski babalar gibi şiirler yazmış biliyon mu lan?, bi kierkegaard var tanın mı? proust, faucoult, zizeg bilin mi bu adamları? bilseydin işini kolaylaştırabiliiiğdik demiyor. siz de sen benim kim olduğumu biliyon mu? şeklinde sorular soramıyorsunuz bittabii. gerçi orada devreye bazıları için onların rabbi girip, cleveland falan diyormuş ama kendi adıma bana bir şey diyen olmadı. ellerimi açmak da aklımın ucundan geçmedi açıkçası. her neyse. vücut yakalamış bir kafa takılıyor. o kafayı yakalayamayan organ diskalifiye ediliyor.
    hayatım şimdiye kadar gerçekten güzelmiş. onun yaşamaya değer olup olmadığını sorgulamadığım zamanlarda çok daha güzelmiş. arada bir takım talihsizlikler olmadı değil ancak yine de tadını bildiğim erkek dudakları var. dudak olunca hayat güzel.
    o değil de nefes alabilmek ne kadar güzel şeymiş. bilincine varmadan bilemezdim. artık biliyorum. bildiğim bir başka şey daha her insanın ötenazi hakkını kullanabilme hakkı olmalı. böyle tuhaf cümleler kurabiliyor olmak bile güzel. special thanks my life!
    neticede ara sıra durup derin derin nefes alın. madem yaşıyorsunuz bilincine varın. hayat güzel.

    ''gösteri kralın bilincini bu tuzakta yakalayacağım işte''