Archive for Nisan 2009

  • yalan

    0

    candan erçetini severim. şarkılarını, yorumunu, sahnede duruşunu severim. arada şarkıları merhem olur açık yaralarıma, arada dinlerim. bir süre öncesine kadar "meğer" e takmıştım kafayı mesela, dilime dolanmıştı , söyleyip duruyordum. sonra bitti, ben tekrar led zeppelin e döndüm. bu aralar yalan var dilimde, dünyada ölümden başkası yalan, pazar akşamından beri böyle, beynimde sürekli dönüp duruyor, candan yine bilmeden canıma dokunuyor.

    halamı kaybettim, pazar öğleden sonra. artık halam yok. dünyada en sevdiğim , benim için en özel insanlardan birini daha kaybettim. dün toprağa verdik halamı, toprağa karışacak artık. ölü bedenini gördüm en son, nihayet huzura kavuşmuş görünüyordu. 47 yaşındaydı halam ve bu 47 yıllık ömrünün son 7 yılında hastaydı. kanserdi. ama mücadele ediyordu. o yüzden şoktayım hala , çünkü ne kadar kanserde olsa bana hep kurtulacak gibi geliyordu. hep düzelecek, tekrar gözlerime ışıl ışıl bakacak gibi geliyordu. ama anlamam gerekirdi öleceğini, çünkü o bu dünyaya yakışmayacak kadar iyiydi. dürüsttü, yalansızdı, riyasızdı, buraya hiç bir zaman ait olmamıştı ki zaten, neden daha fazla kalsındı. gitti. bir daha dönmeyecek. bir daha saçlarımı okşamayacak halam, gülümsemeyecek, heval im deyip sarılmayacak bana. o yok artık. benim halam yok.

    halamla aramızda özel, ayrı bir bağ vardı. ben onun en sevdiği yeğeniydim, o benim en sevdiğim halam , aslında en sevdiğim iki akrabamdan biri. akrabadan da öte, o benim canlarımdan biriydi.çocukken, memlekete giderdik yazları, henüz büyükler ölmemişti. kalırdık biraz sonra geçerdik. ben en çok ona kavuşmayı severdim. o yüzden köye gitmeyi severdim. halamın boynuna atılırdım direkt. herkesten önce o gelirdi. o da beni beklerdi zaten, bilirdim. halam genç kızdı o zamanlar, o kadar güzel gelirdi ki, simsiyah saçları, hafif dolgun vücudu, ceylan gözleriyle o kadar güzeldi ki, hayran hayran bakardım ona. yaz akşamları , bütün gün koşturup durduktan sonra en sevdiğim kısım gelirdi. iki odası vardı dedemlerin evinin. babaannem bir odaya geçerdi, annemle babam bir odaya, halam terasa yatak sererdi, orası bizimdi. yer yatağına uzanır, halamın koynuna girerdim ve başlardık yıldızları seyretmeye. yıldızlar o kadar yakın görünürdü ki , hani elini uzatsan yakalayacakmışsın gibi. halamla hayaller kurardık yıldızlara baka baka, bana o yıldızların efsanelerini anlatırdı ya da başka hikayeler, o hikayeleri dinleyerek uyurdum ben. sonra büyüdüm , şans ya büyüdükçe halama ne kadar benzediğim ortaya çıktı. gören herkes beni ona benzetirdi, ikimizde haklı bir gurur duyardık bundan, zaten başka birine benzemem zul kaçardı, bu sevgiden sonra. birileri bana bakıp onun yanında yeğenin pek de güzelmiş dediğinde hemen atılırdı, aynı bana benziyor değil mi, benim gençliğim, bunu söylerken gözleri gururla ışıldardı. artık ışıldamayacak o güzel gözler , artık bakmayacak bana, artık sarılmayacak, artık saçlarımı okşamayacak halam. benim artık halam yok.

    yalan, her şey o kadar boş geliyor ki iki gündür bana. onu toprağa verdim. halamı en son kefenleneceği zaman gördüm. yıkanmıştı, üstünde beyaz bir örtü. bakamadım o yüze, bakmaya doyamadığım o yüze bakamadım.

    hiçbir şeyin anlamı yok. tek gerçek var ölüm. yaşanan her sıkıntının çözümü var, bir tek ölüm çözümsüz. sınavdan düşük not mu aldın, çalışırsın bir dahakine iyi bir not alırsın. dostun kazık mı attı sana , hiç dost olmamışsınız demek der, yoluna devam edersin, ailenle mi tartıştın bir kaç gün sonra barışırsınız, sevgilin mi terk etti üç gün ağlarsın ama dördüncü gün toparlanır etrafa bakınmaya başlarsın, bir yenisi gelir nasılsa.

    benim artık halam yok, başka hiç bir şeyinde şu anda benim için anlamı yok.

  • kayıp

    garson kız, açık teni, simsiyah saçları ve inceliğiyle oldukça güzel. ne var ki, yüzünü döner dönmez, bir tavşandan ödünç alınmış bir çift ön diş insanın gözünü alıyor. günümü aydınlatan bir pazar eki makalesinde, tavşansı ön dişlerin, gençler arasında pek rağbet gördüğünü okumuştum bir zamanlar. eğer öyleyse bu kız güzellik kraliçeliğine kadar yükselmeli.

    son bir saattir, otelin lobisinde, göründüğü kadar rahat olmayan bir koltuğa gömülmüş vaziyetteyim. kulaklarımda cızırtılı kulaklıklar, cep telefonundan müzik dinlemeye savaşıyorum. antalya'da, uzun zamandır ilk defa yapacak işimin olmadığı bir pazar öğleden öncesinde, zemini eritip binaları yerin dibine gömmek istercesine yağan antalya sağanağı altında, yirmi birinci yüzyılın konaklama yapılarına şimdiden damgasını vurmaya başlamış enternasyonel zevk yoksunluğuna nadide bir örnek teşkil eden otelimin aşırı yüksek tavanlı lobisinde, mp3 sıkıştırma formatının nimetlerinden faydalanıyorum.

    garson kız ve tavşan dişleri, hep birlikte başımda dikilmiş, bir şeyler anlatmaya çalışıyorlar. dışarıda velveleci yağmur damlaları, elinde bir tepsi, tepsinin üzerinde bir fincan kahve, bir bardak su, kulağımda ian curtis, "they keep calling me!" diye çığırmakla meşgul bilinen ısrarlı tavrıyla, tepemde en az curtis kadar ısrarlı garson kız, ve garson kızın yadsınamaz tavşanlıktaki dişleri.

    nihayet çıkardım mp3 teknolojisini kulağımdan. gel gör ki kız da konuşarak anlaşmaya çalışmaktan vazgeçmiş durumda bu arada. parmağıyla suyu gösteriyor, yüzünde soran bir ifade.

    "su" diyorum. açıkça. garson kız suyun ne olduğunu unutmuş, ve koca lobide bu unutulmuş bilgiyi derinliklerden çekip çıkaracak yegane bilge kişi olarak beni bellemiş olsa, oldukça anlamlı bir yanıt olacak bu. oysa belli ki durum böyle değil, "öf" diyor, kısaca, ve tavşanı görüş alanımdan çıkaran bir momentle topukları üzerinde tam dönüş yapıp uzaklaşıyor. garson kızla karşılıklı anlaşamayışımız burada sona eriyor. tak yine kulaklıkları. curtis sebatkar: "keep on calling me!"

  • seçimler, rehber ve herşey

    0

    "en önemli sorun -ya da en önemli sorunlardan biri, çünkü bir sürü en önemli sorun vardır-halkı yönetmekle ilgili en önemli sorunlardan biri, bu işin kime yaptırılacağını bulmaktır. daha doğrusu halkı, kendilerini yönetmesine izin vermeleri için ikna etmeyi başaracak birini bulmaktır.
    özetlersek: iyi bilinen bir gerçektir ki, halka hükmetmeyi en çok isteyenler, ipso facto bu işi yapmaya en az uygun olanlardır. özeti özetleyecek olursak : kendisinin başkan yapılmasını sağlayabilecek kişilerin bu işi yapmasına hiçbir surette izin verilmemesi gerekir. özetin özetini özetlersek : halk bir sorundur."(1)

    bir süredir yazmayı düşünüyordum seçimler üzerine. ancak; yazacak fazla birşey de yok aslında. iki kutuplu bir parti anlayışıyla süslü demokrasimiz için, ne denilebilinir ki? bir tarafta statüko sevdalısı chp -add ve askeriyenin desteğiyle-, bir tarafta ise liberal soslu, değişim mottosuyla yola çıkmış bir gerici parti akp, doğan görünümlü şahin gibi birşey işte. bir maç telaşıyla geçti seçimler, bir onlar gol attı, bir bunlar. akp yenilebiliniyor falan gibi sonuçlar çıktı, pek sevindi chp liler, tüm atatürk sevdalıları. komik. orda burda sen istanbul sun büyük düşün, sen sinopsun, işte izmirsin, bursasın falan. tabii en iyisi biricik arkadaşım queenie nin göndermiş olduğu ," sen domalansın büyük düşün"dü . ne de güzel gösteriyor aslında bu afiş , yönetenler için yönetilenlerin ne demek olduğunu. bir domalanlar var, bir de domalanlara sarılanlar, neyse.

    bu seçim zırvalığından birşey bekliyor muydum kendi adıma ? hayır. bir kumpanya işte devam ediyor. hani biz seçiyoruz aklımızca bizi yönetenleri, trilyonlar yatırıyor adamlar belde başkanlığı için dahi. ne diye? nasıl bir hizmet aşkıdır değil mi? hadi bee, hadi bee, yiyenler değişti sadece, sistem aynı. tek derdim şu güzelim istanbul un belki bu sefer oraya buraya lale dikerek estetizme kavuşacağını zanneden anlayışın gitmesiydi. olmadı. hemen ertesi gün baktım yine dikmişler her yere laleleri. hayat, vapurlar v.s. dedik geçti. laleli geçireceğiz bu baharı da belli.

    ben de sarıldım rehberime(2) tekrar, bir o anlıyor halimden deyu. bulduk da işte, evet halk bir sorundur. dna (3) çözmüş olayı. zaten hayatın anlamı da 42 , boşuna uğraşmamak lazım, don't panic!

    1: evrenin sonundaki restoran
    2: otostopçunun galaksi rehberi
    3: douglas noel adams, kısaca dna

  • Dünya

    5

    Onun için çok üzülüyorum. Şu hayatta en çok üzüldüğüm şey dünya. Bakın insanlık demiyorum, insanlığa üzülmek benim işim değil. Hatta bence insanlık işi gücü bırakıp bana üzülse çok daha hayırlı bir iş yapmış sayılabilirdi. Ama dünya öyle mi? Yapayalnız. Koca bir evrende bir eğim, bir açı kafası yakalamış, etrafında gezegenler var ama o tutturmuş bir güneş müneş bir şeyler; dönüyor. Kendi halinde. "yeter döndüğüm. biraz da durayım." demiyor. İçindekileri korumak pahasına dönüyor da dönüyor. Cefakâr dünya. Dünyamız. Dursa kim bilir neler olacak. Durması ihtimali üzerine çeşitli spekülasyonlar yapılıyor, hep görüyorum. Oraları çok karışık, ben de tam anlamadım oralarını ama o değil de bir kereliğine biz dursak, sesini duyar mıyız dünyanın, onu merak ediyorum. Ona olan saygısızlıklarımızı nasıl affettirebiliriz, onu düşünüyorum. Hadi birtakım şeylere olan saygımızı saygı duruşu ile belli edebiliyoruz; ama şu koskoca dünyaya bir dakikalık saygı duruşunu neden çok görüyor bu insanlık? Duralım bir ya. Hiçbir şey yapmadan. Fabrikalar, makineler, televizyonlar sussun. Trafik dursun. Sessizce duralım bütün insanlık olarak. Nasıl bir ses çıkarıyor dönerken, çok merak ediyorum. Siz nasıl oluyor da merak etmiyorsunuz, hiç anlamıyorum.


    Bence fazlasıyla sakin ama hafif de hüzünlü bir tonla, tıpkı bir rüzgar gibi kesintisiz biçimde vuuuuuuv yapıyor. Hmmmmmmmmm da yapıyor olabilir. Hiç ses çıkarmıyor da olabilir. Kabulüm. Ya da ses çıkarsa bile bize ulaşmıyor ya da bizim kulaklarımız bu frekansı algılamıyor da olabilir. O da kabulüm. Aslında nasıl ses çıkardığında falan da değilim. Derdim bambaşka. Ama burada açık açık yazacak değilim. Zaten insanı anlamayan insan, dünyayı nasıl anlasın? Çok üzülüyorum.

  • hayat, vapurlar v.s.

    21

    bir kabulleniş, bir nirvanaya ermişlik, bir cool duruş ki sormayın. bilgiç bilgiç , hayat işte sıkıntı yok. kısaca anlamı bu. bazı şeyler öyle olur işte. dert etme. kabullen ve geç! sıradaki ...

    modern insanın bireycilik ve bencillikle sarmalanmış kafesine yapılan müdahaleler karşısındaki sığınağı. tekrar aynı kafese dönmenin getirdiği o buhran halinin dışarıya yansıtılmama çabası. bir maskeler ve roller düzeneği olan sosyal yaşamımızın, aynı riyakarlık kokan söylemi. maskeler düşecek gibi olurken, bir hamlelik toparlanma ve tekrar aynı kayıtsızlığı işlevlendirme yalanı. yalan! benim gibi, sizin gibi, herkes gibi yalan! gizlenme, özellikle kendinden kaçma. kaçabildiğin kadar kaçmayı ve sıradanlaşmayı emreder çünkü sistem size. farklılık adına yapılanlar da aynıdır. kimsenin derdi değil, kendini bulmaya çalışmak ya da vazgeçtim en azından aramak. ben aslında kimim? tüm bu üstüme biçilenler ben miyim? ben aslında ne istiyorum? istediğimi sandığım şeyden emin miyim? ben kendimden emin miyim?

    sırlar var, herkesin sakladığı kendine özel sırları. bunlar öyle sırlar ki kendine bile söyleyecek cesareti yok insanın ve maalesef artık bu sırlar yalnızca yaşananlardan doğan anlar değil, insanların kendileri sır, kişiliksiz bedenler, kabulleniş üzerine kurulu bir insan doğası. atalarımızda kaldı direniş ruhu. biz kanıksadık her şeyi. her şey ve herkes o kadar "normal ki", anormallik çoktan sınıfta kaldı. şekil, yalnızca kalıp, içimiz bomboş, yüreğimizi dolu sanarken bile aslında bomboş, bir bedenler geçidi sadece ömrümüzde , aşk sandıklarımız. o insanlar hepsi yalan. elini tutarken ya da tenini paylaşırken his yok. makineleştik çoktan. şeytan çoktan kaptı ruhları, bomboş bedenlerle herkes yalan!

    hayat işte vapurlar falan!

  • burn motherfucker burn

    3



    ruhun ölümsüzlüğüne inanır mısınız? laf olsun diye soruyorum; sözünü edeceğim şey açısından bunun pek önemi yok. ölüm, ya başka bir yere ya da hiçbir yere, bir daha dönmemek üzere gitmektir çünkü. olması gereken de budur. tereddüt ve belirsizlik ile sakatlanmış bir evrenden, elde kalan, son ve tek mutlak.
    ölenlerimizi, gücümüz yettiğince derin çukurlar kazıp, içine koyarız. o da yetmez, üstünü taşlarla, gerçekten çok ağır taşlarla, mermer veya granitle kapatırız. zaman zaman daha da ileri gidip ölü bedenlerini yaktığımız, küllerini rüzgara savurduğumuz da, görülmemiş şeyler değildir.
    gerçekte ne için giriyoruz ölü bedenler üzerinden bunca zahmete? bir zamanlar sevdiğimiz -nefret ettiğimiz- kişinin şimdi çürümekte olan bedeni leş yiyicilerin günlük tayını olmasın diye mi? çürürken çevresine hastalık ve kötü kokular yaymasın diye mi?
    her türlü antik korkusunu uydurma teknik açıklamalarla rasyonalize etme düşkünü insan soyunun sanrılarından ibaret, tüm bu sıhhi ve de mantıksal karnaval.
    öleni iyice derine gömüyoruz; çünkü bir daha geri dönmeyeceğinden emin olmak istiyoruz. elimizde kalan bu tek gerçek kesinliğe şiddetle ihtiyacımız var.
    havada, karada, denizde kaybolanların bunca telaş ve azimle aranması da başka sebepten değil aslında. varlar envanterinden sonsuza dek çıkarıp, artık yoklar sütununa yazdığı kalemin, ansızın geri gelip, tüm hesabı alt üst etmesine kim katlanabilir ki?


  • gün geçmeden geçmeyen günler!

    her pazar ara verilen bir koşu. ölümcül bir düzenin ölümlü yaratıklısı insanoğlu bir işaret üzerine hergün hiç sektirmeden durduğu, çoklukla uyuduğu yerden doğrularak koşmaya başlıyor. herkes, hergün hep aynı noktadan. her gün, her sabah.
    derken akşam dönüyor, aynı yığın aynı noktaya dönerken. aynı işaret üzerine. doğrulduğu noktada durup yeniden uykuya dalıyor herkes. her gün, her akşam.
    bu yığınlığın hayatında günler birbirinden pazar günü kendi içinde bir farklılık yaratıyor. pazar günlerini birbiriyle karşılaştırdığımızda birbirlerinden hiç öyle farklı olmadıklarını görüyoruz.
    her gün, her an, her saat, her hafta ve her ay birbirinin aynı şeyler olup bitiyor. bir alışkanlıklar düzeneğinden ibaret bu hayatın tek bir günü geçmeden geçmiyor. hiç bir yıl bir öncekinden uzun yada kısa değil. hiç kimsenin ölmediği tek bir gün yok. bütün eşyalar yerli yerinde. eşyaların bile kendileri için belirlenmiş yerleri var. tek bir saç teli mesela, bulunmaması gereken bir yerde duruyorsa tüm o düzeni bozabiliyor.
    bir kadın gözü hiç birşey görmeden sadece eşyaları bulunmaları gereken yerlere yerleştirerek, ölümcül o düzen için çabalayarak tamamlayabiliyor tüm ömrünü.
    bu korkunç alışkanlıklar yumağı içinden sıyrılabileceği günü beklerken diğerlerinden öne geçerek bazıları, gün geçmiyor ki bir gün daha geçmesin.

  • orada olmayan adam

    2

    "bugün merdivenlerden çıkarken, orada olmayan bir adamla karşılaştım. bugün de orada değildi. keşke dedim... keşke gitse..."

    orada olmamak mevzuu hayli ilginç bir mevzu. bazı şeylerin farkında olmak, birtakım şeylerin öyle olması, senin bilmediğin şeyler evreni ailesinin benzer karakterlerinden biri. benzerliği varlıklarının yaşamsal öneme sahip zıtlıklarıyla ilgili. (ya da değil. bazen böyle doğruluğundan emin olmadığım, hatta o sırada doğru olup olmadığıyla ilgilenmediğim, hatta ilgilenmediğimin farkına bile varmadığım, hatta ne anlama geldiğini bile bilmediğim cümleler kuruyorum. bazı şeylerin farkında değilim.)

    orada olmayan adam kim? orada olmayan adam herkes olabilir. hatta belirli bir zamanda orada olmayan herkes doğal olarak orada olmayan adam olmuş oluyor. o halde orada olmayan adam için o anda orada olanların oluşturduğu kümenin elemanı olamayan herkes diyebiliriz. (bazen böyle aynı anlama gelen iki cümleyi art arda kurabiliyorum. yapabiliyorum bunu.) orada olmayan; yani burada ya da şurada olan; kısaca orada değil de herhangi başka bir yerde olan herkes için orada olmayan adam diyebiliyoruz. ama küme yine de eksik kalıyor. çünkü bu saçma konuda düşünmeye devam ettiğimizde, insanlık tarihi boyunca şu komik ve hüzünlü varoluşu yaşayıp ölmüş herkes de orada olmayan adam olabiliyor. küme bu kadarla sınırlı kalsa yine iyi. (pardon, kimin için?) insanlık tarihi boyunca şu saçma varoluşu yaşayıp ölmemiş, bırakın orada olmayı, hiçbir yerde olma şansı olmamış, hatta olma şansı bile olmamış herkes de yine bu kümenin içinde. (sığacak mıyız?) hiç var olmamışların durumu, var olan ama orada olmayanların durumundan daha farklı. onlarınki yalnızca dilsel bir varoluş. onca kitap kahramanı, onca düş kişisi, zihninde bir anlığına belirip kaybolan imgesel kadınlar. çok acayip bir kalabalık.

    bu sadece insanlarla ilgili bir durum da değil. masanın üzerinde durmayan bir kalem de masanın üzerinde durmayarak dilsel bir varlık kazanıyor. kim bilir o sırada nerede, ne yapıyor. deli midir nedir ayol?

  • 1 nisan

    4

    bugün 1 nisan. 1 nisan şakalarından, bugün şaka yaparak mutlu olan ya da sevimli olduğunu düşünen bütün insanlardan ölesiye nefret ediyorum. bugün, hala şaka!? bu dünya kendi başına şaka gibi zaten. değil mi?




    bu fotoğrafı ben çektim. teknik sorunlar var, şaka gibi tabi. şaka yapmayın. fotoğrafa bakın, gülümseyin.