Archive for Mayıs 2009

  • kemer olması

    4

    bu enteresan ülkede mimari kadar götüboklu ikinci bir konu daha yoktur herhalde sayın emellerim. vardır diyenle her türlü kapışmaya hazırım: cilli, çelik-çomak, gazoz kapağı... alayınızı üterim. her neyse, diyorduk ki, mimariden hoşlanan bir insanın bir-iki numunelik sokak/mahalle haricinde gözüne şu büyükada'da fayton çeken atların gözlerine takılan siyah renkli kare şeylerden takması lazım çıkıp dışarıda rahat rahat gezmek istiyorsa. örnek istiyorsanız, bakınız: kemer. nedir kemer? yapı elemanı. yığma yapılarda yatay yüklerin düşey yüke tahvil edilmesinde kullanılan, tepe noktasından kilitli, sevimli, eğrisel dizilmiş taşlar. gotiği, rokokosu falan olur. açıklık geçmekte kullanılır. bir de bunun tonoz diye integrallenmiş olanı vardır. o başka. şimdi, gelgelelim, betonarme yapı sistemlerinde kemer denen zımbırtı kullanılmaz, yerini demir donatılı dümdüz kirişlere bırakır. ya da bırakmalı. oysa siz sokağa çıktığınızda ne yöne baksanız yine kemer görürsünüz. camilerin girişlerinde, apartmanların pencerelerinde, evde, salona girerken... ölçüsüz, oransız, kalfa gözüyle çatılmış, bir şey taşımayan, taşıması da mümkün olamayan sahte kemerler. kemer denen şeyin kendine özgü formlarını geliştirmiş, en rafine örneklerini vermiş osmanlı mimarlığının hayvansı örnekleriyle dolu bu sokaklarda, o örneklerin yanı başlarında, temel tasarım kurallarını ağlatacak absürtlükte kemerler. ondan sonra diyorduk ki, bu ülkede mimari kadar götüboklu ikinci bir konu daha yoktur. üstüne bir de sebzeler dünyası, tuhaf tuhaf şeyler gibi ne idüğü belirsiz etiketlerle donanmış bu saçma sapan blogda "dank!" diye mimari isimli bir etiket olması... absürtlük höyüğüne tüy dikiyor yani.

  • Brüt Klanı

    0


    Tembel'in isim babalığında maybürüt klanı az önce oluşturuldu. Eşi dostu, güçlü kuvvetli bürütleri, en önemlisi yürekli helolalorarı bekliyoruz. 

  • Kendi Halinde Orospu Çocuğu

    2


    Tevazu sahibi olmak hakkında bir tanım yapmaya kalkışmak dahi işin doğasına aykırı iken ortalıkta birbirilerine mütevazı olmayı salık veren insanları gördükçe bu alemde layıkıyla yaşamanın tek yolunun "Kendi halinde orospu çocuğu" olmaktan geçtiği sonucuna doğru gitgide yaklaşıyorum. Hayır zaman zaman başıma geliyor bu. "Bence biraz mütevazı olmalısın", "Empati yapmalısın", "Benmerkezci olmamalısın" cümleleriyle hayatta edindikleri güzide deneyimlerini, doğrularını paylaşmaya çalışırken ukalalık sınırlarını çoktan aşan insanlar var. Önce dayanamıyon, söylüyon, "Ama bak şimdi sen bana mütevazı olmam gerektiğini söylemekle ukalalığın kralı yapıyon. Senin ukalalık baremlerin nedir? Kriterleri sen mi belirliyon da bir kıyas yapabilme imkânı bulup teşhis koyuyon?" diyon, usul usul anlatıyon, o zaman da -eğer karşındakinde az biraz çakallık varsa- itham edildiğin kavramı meşrulaştırmaya çalışmakla suçlanıyon. "Tevazuymuş, adil olmakmış, hakmış hukukmuş bunlar işin içine insan ve algı faktörü karıştı mı monoblok değerler olmaktan çıkarlar. Hani parametre, hani referans?" falan diyon, ama eğer karşındaki kendisini bir kere hüküm mercii olarak benimsedi ise o muhabbetin varacağı bir yer yok. Ben en son 'Anladın mı?' sorusu yerine 'Anlatabildim mi?' demeyi denesen?" e kadar dayanabiliyorum mesela. O an o kayıtsız başıboşluğa kapılmak bir alternatif ama işte tam orada bu dediğim sessiz sakin, kendi halinde orospu çocukluğu da devreye girebilir. Girerse iyi oluyor. Hem tavır yerine geçiyor hem de zamandan inanılmaz tasarruf sağlıyon. En önemlisi, bir şeyleri de anlatabilmiş oluyon. Ha en başından kestirip atmak, postayı koymak da var işin içinde ama onu çok yapmamak lazım. O zaman da vakit geçmez. Yaşa yaşa bitmez o hayat. Oysa kendi halinde orospu çocuğu öyle mi? Gayet kararında tüketiyor zamanını da kendisini de. Belli belirsiz bir çabası ve farkında olmadan da sergileyebildiğ bir tavrı var. Eti kendisinin sütü bakkaldan alıyor. Kemiklerini de kurtlara, köpeklere veriyor. Suya mı dokunuyor sabuna mı belli değil. Böyle bir şey.

  • beste yaptım şaheste

    2

    ayağımızın tozuyla

    nümayişkar bir kalabalık tarafından havalimanında karşılandıktan sonra ayağımızın tozuyla otele geldik. imza atmak gerekiyormuş (diğer yazar kardeşlerim size de attırdılar mı imza, çok kazık maddeler var lan, başka yerde yazmayacağıma, 99 yıl süreyle yazdığım herşeyin telifinin tembel namlı yazara ödenecğine namusum ve şerefim üzerine imza attım lan. imza öncesinde içtiğim fruko gazoz biraz başımı döndürdü ama neyse olan oldu)
    neyse efenim imzamızı attık odamıza çekildik. odada bembeyaz kuyruklu bir piyano beni bekliyor idi. üzerinde hoşgeldin yazan bir kocaman kırmızı kutu ile. açtım baktım frak. frak giymiş herkesin penguene dönüştüğü bir dünyada buzulların geleceğini düşünerek ben de küresel ısınmaya katkıda bulunmak için harakete geçtim. geçer geçmez parmaklarım karıncalanmaya başladı. frak ve kuyruklu piyano ikilisi beni çağırıyorlardı derhal avdet ettim.
    kıçımı o güzelim tabureye koyar koymaz siyah beyaz tuşlarda gezinmeye başladı parmaklarım... (lirik yok. üç nokta yok. sözleşme var)
    bildiğin çalıyordum yani. o tanıdık melodiye söz yazarken buldum kendimi (haleeeluyyaaaa, haleeeee luuu yaaa idi orijinali) çin malı olduğundan herkesin şüpheleneceği helolaloraaaa helo lalooo raaaaa adlı bestemin single'ı çok yakında hipermarket kasalarında, prezervatiflerin heman yanında... (bunun gelirini de tabi ki iş şu sözleşme ile tembel efendi nzdinde bloga bağışlamış bulunuyorum)
    huzurlarınızdan ayrılırken bir dahaki yazıda nispeten normal şeyler yazmayı umuyorum.

    hadiyos.

  • aktüalite

    6

    tıknefes blogunuz helolalora? orta sahada çok koşup top kapacak genç oyuncu açığını altıncı neslin parlayan yıldızı mahmur beste ile giderme yoluna gitti sevgili izleyenler. helolalora? transfere doymuyor. sizin de çok umurunuzdaydı zaten.

    burada yazılan saçma sapan şeylere kızıyor, hırsınızı kanalize edecek mecra bulamıyor musunuz? helolalora?nın en az kendisi kadar tırto özelliklerle donanmış mybrute karakterine aşağıdaki linkten ulaşıp kaşını gözünü açabilirsiniz:

    http://helolalora.mybrute.com/

    helolalora? halka rağmen, halk için.

  • mardan

    0


    postmodernizm, gece yarısından sonra beslenince gremlinlere dönüşen küçük pofuduk hayvan gizmo gibi, bir anda sevimliliğini yitirip gelenin geçenin kolunu bacağını kopartabilir. tehlikeli şeyler bunlar, dikkat edilmeli. antalya - lara'daki eski adıyla istanbul, yeni adıyla mardan palace otelini, paris hiltonlu miltonlu açılışından, bahçesinde bacak uzunluğu boyum kadar ruz kızları ve sahipleri olan yeniyetme oligark mahdumları cirit atmaya başlamadan önce kısaca dolaşma fırsatım oldu. lazer kesimli mermerlerinde ve özel dokutulmuş ipek halılarındaki türkiye şartlarında mükemmel işçiliğe hayran olmanın yanında, dolmabahçe'nin cümle kapısını bire bir kopyalayan, havuzun ortasına kız kulesi diken bu mimari tavırda insanı bir parça ürküten, bir parça da tiksindiren bir şeyler var.

    aynı bölgede bulunan venezia, kremlin, topkapı'dan sonra bu binayla iyice istimini alıp kreşendoya ulaşmış gözüken, taklit ettiğine saygı dahi duymayan bu enteresan tavır, taklit kız kulesi'ni gerçeğinden daha büyük yapmaya kadar vardırabiliyor işi. nerede ayasofya'nın kubbesine baka baka kendi merkezi mekanını yaratırken bambaşka bir mimari tavır ortaya koyan, eseriyle o güne kadar yapılmış diğer eserlere selam duran geçmiş zaman mimarı, siz neredesiniz.

    robert venturi'den onlarca yıl sonra, kendi görgülerince las vegas'tan bir şeyler öğrenen, öğrendikleri yalan yanlış formları da getirip üzerimize kusan bir tasarımcı grubu oluştu. gemi, uçak, uzay mekiği maketi niyetiyle yapılmış otel binaları, dev sürahiler, dev portakallar, tematik yapılar, parklar, meydanlar. sanki normalde hayatımız çok düzmüş gibi, her köşe başından fırlayan yeni bir tema. tema sözcüğünü anlamsızlaştıran temalara batıyoruz.

    fonksiyonun önde gittiği modern tasarımda, tasarımcı, kendini silmeye, objesinin içinde kaybolmaya uğraşır. şimdi modası geçmiş de olsa, kullanıcıya saygılı ve asil bir tasarımcı tavrı. oysa son birkaç yılın binalarına baktığımda, ahmet yılmaz karikatürlerinde her taşın altından çıkıp "kara murat! buradayım'!" diye bağıran başarısız kötü adam gibi, objesinin tepesine çıkmış, boyunu posunu gösterme telaşında tasarımcılarla karşılaşıyorum. bir kısım mitolojik çağrışımlı komplekslerini aşamamış gibi duran tasarımın bitmez tükenmez ilgi açlığı, tasarlananı soysuzlaştırdığı ölçüde, içinde yer aldığı çevreye zarar veriyor.

    bu egosu boyundan büyük koca bebeklere, yine ahmet yılmaz'ın stilize kara murat'ı edasıyla, göz ucuyla bakıp "ee ne olmuş, ben de buradayım." demek lazım.

  • ah samet, seni deli çocuk!

    15

    sarı boyalı eski borsa binasının önünden geçiyoruz. ikimizin de kafası iyi. borsa binası sahil yolunun basmane ye doğru döndüğü köşede dekor gibi duruyor. geçen yüz yılın başından kalma binanın bin dokuz yüz seksen dört yılında açılmış bir zaman kapısından geçip sahil yolunun basmane ye döndüğü köşede bir dekor gibi durmasının sebebi eski olması ya da sarı olması değil. birkaç sebep var. ikinci sebep eski sarı binanın kemerli pencerelerinin üzerinde asılı duran elektronik tabela. bu üçüncü sebep de olabilir; hikaye yazılırken numaralandırmada bir karışıklık olmuş olabilir, bu önemli değil. önemli olan elektronik devrelerden gelen ve soldan sağa doğru akan yazıların kuru üzüm taban fiyatlarını gösteriyor olması. üstelik ördeklerin kuru üzüm taban fiyatlarına olan etkisinin parametreler arasında olup olmadığını da bilmiyoruz. samet le birbirimize bakıp ürperiyoruz. samet in gece kadar karanlık kafası geceyi daha da karanlık yapıyor ve o kafa iyi olduğunda on iyi kafa gücünde oluyor. ürperdiğindeyse hiçbir şey olmuyor. bu duruma samet e belli etmeden seviniyorum. belli etmeden sevindiğim zamanlarda on içten pazarlıklı gücünde oluyorum, kimse fark etmiyor. samet ansızın şehrin tüm camlarında, sokaklarında, çocuklarında, gürültücü ölülerinde, sessiz okul bahçelerinde yankılanan, lovecraft ın başka dünya iblisleriyle dolu dipsiz çukurlarında doğmuş çığlıklara benzeyen bir fren sesi yaratarak duruyor. önce burnum ve ardından tüm suratımla ön cama çarpıyorum. suratım kaza testinin suçsuz mankenlerinin suratları gibi eziliyor. daha sonra camdan oturduğum yere geri tepiyorum. burnum kanıyor, samet sabit. o eylemsizlik yasasına tabi olmayan ender insanlardan. bu yüzden hayat sigortası yaptıramıyor olsa da bunu dert etmiyor. ben tam samet in dert etmediği şeyleri saymaya hazırlanırken arabanın önüne önce bir motor, hemen ardından da kasklı bir adam düşüyor. ilk aklıma gelen eylemsizlik yasasına tabi olduğu. ama ben sağlık sigortası olup olmadığını düşünürken samet tam on ölü gücünde kayıtsız, katatonik katatonik duruyor. kasklı adam ön kaputa çarpıp yere düşüyor. adama ne olduğuna bakmak için kapıyı açıp dışarı çıkmam gerektiğini düşünüyorum. kapının kolunu ararken araba şiddetle sarsılıp kasklı adamın üzerinden geçiyor. bunun sebebi, kasklı adam motoruyla bize çarpmadan önce motorun arkasından gelen arabanın, şimdi bize çarpmış olması. artık kasklı adama ne olduğunu merak etmeme gerek kalmıyor. bu andan sonra sağlık sigortası olması kendisi de dahil kimseyi ilgilendirmiyor. samet hala sabit. hipnotize olmuş gibi soldan sağa akıp giden kuru üzüm taban fiyatlarına bakıyor. araba sarsılmaya, caddede çarpma sesleri duyulmaya devam ediyor. samet in karanlığına doğru seslenme düşüncesini bir anlığına aklımdan geçirip orada bırakıyorum. ben buna karar verdiğim anda samet arabadan inip tabelaya doğru yürümeye başlıyor. kaza insanları kazayı bırakmış samet in yürürken oluşturduğu karanlık ize bakıyorlar. bedensiz gölgelere alışık olmadıklarını hatırlıyorum. asıl hikayenin o andan sonra başladığını ve o anda da bittiğini anlıyorum. samet borsa binasının kapısının altında duruyor. önce elektronik devrelerden geçip gelen kırmızı ışıklar samet e doğru çekilmeye başlıyorlar. sonra sırayla sokak lambaları, vitrin ışıkları, kaza yüzünden yolda durmuş arabaların saldırgan farları samet e doğru bükülüyorlar. samet borsa binasının önünde bir girdabın merkezi gibi duruyor. o nun zifiri karanlık kafasının neden öyle olduğunu ve neden olduğunu anlıyorum. bunu anladığım anda da hikayenin bittiğini ve onu artık kimseye anlatamayacağımı anlayıp samet in karanlığına doğru çekiliyorum. siyah girdabın merkezine doğru çekilirken aklımda o garip cümle benimle birlikte dönüp duruyor: "ben ayrılıyorum, hadi siz de yavaş yavaş dağılın artık. "




  • limon

    8


    ''gene de herkesin hiç kimse 'bilmiyormuş' gibi yaşamasına ne kadar şaşılsa azdır. gerçekte ölüm deneyimi yoktur da ondan. ancak yaşanan, bilincine varılan şey denenmiş olabilir''

    hakkında tüm söyleyeceğimiz sadece buymuş gibi şey demişiz ona. orospu çocuğu ve ibne. düşündüm de hiç öyle orospu çocuğu, ibne falan değil o. ne çok haksızlık ediyormuşuz meğer. zaten bu evrenin hiç durmadan, zerre düşünmeden sürekli haksızlık eden tek türüyüz diyebilirim.
    bilincine vardım tabii bütün bunların. evvelden yüksekten sallıyormuşum bilemezdim işte. şimdi biliyorum ama. en azından bilincine vardıklarımı.
    hem orospu çocuğu olan biziz bence. bilmem kaç yaşında onu anladığını sanan gerizekalılar. sürekli hüzünlü, çok kısa, anlamsız, bik bik bik şeklinde şikayet edenler.
    o aslında o kadar (en az latetia casta'nın memeleri kadar) kendi halinde ve güzel ki. duruyor öylece.
    serüvenimizin sürdüğü her gün onu yaşamak bizim işimiz. o geçtiği hergün bize bir şeyler öğretiyor. bilincine varalım diye elinden geleni yapıyor. biz ne yapıyoruz? tekrar tekrar anlatmaya gerek yok, biliyorsunuz.
    asıl ibneliği vücudumuz yapıyor aslında. kafasına göre takılıyor. gerçi kafa olayı vandal' ın işi. o daha iyi bilir hangi kafa ne kafası. işlevini sürdürürken tekliyor dedik ya arada vücudumuz. işte o zaman çok acayip şeyler olabiliyor. vücudumuz çok ibne bence. yavşak böyle. bilincine vardım korkuyorum artık ondan. bir kere tekledi diyelim işlevini sürdüren organ, gerekli operasyonun yapılması lazım. o süreçte daha önce kim olduğunuz, ne olduğunuz, ne okuduğunuz, ne bildiğiniz, milliyetiniz ya da cinsiyetiniz, paranız, pulunuz vs.. hiçbiri işe yaramıyor. misal kimse size mozart dinledin mi hiç hea? liszt, beethoven, chaykowski ne demek? ıssız adam oldun mu hiç? ermeni misin yoksa la? bukowski babalar gibi şiirler yazmış biliyon mu lan?, bi kierkegaard var tanın mı? proust, faucoult, zizeg bilin mi bu adamları? bilseydin işini kolaylaştırabiliiiğdik demiyor. siz de sen benim kim olduğumu biliyon mu? şeklinde sorular soramıyorsunuz bittabii. gerçi orada devreye bazıları için onların rabbi girip, cleveland falan diyormuş ama kendi adıma bana bir şey diyen olmadı. ellerimi açmak da aklımın ucundan geçmedi açıkçası. her neyse. vücut yakalamış bir kafa takılıyor. o kafayı yakalayamayan organ diskalifiye ediliyor.
    hayatım şimdiye kadar gerçekten güzelmiş. onun yaşamaya değer olup olmadığını sorgulamadığım zamanlarda çok daha güzelmiş. arada bir takım talihsizlikler olmadı değil ancak yine de tadını bildiğim erkek dudakları var. dudak olunca hayat güzel.
    o değil de nefes alabilmek ne kadar güzel şeymiş. bilincine varmadan bilemezdim. artık biliyorum. bildiğim bir başka şey daha her insanın ötenazi hakkını kullanabilme hakkı olmalı. böyle tuhaf cümleler kurabiliyor olmak bile güzel. special thanks my life!
    neticede ara sıra durup derin derin nefes alın. madem yaşıyorsunuz bilincine varın. hayat güzel.

    ''gösteri kralın bilincini bu tuzakta yakalayacağım işte''

  • tanrıça yolda


    pablo neruda bir defasında demiş ki: "cortazar'ın hiçbir yapıtını okumamış olmak, ömrü boyunca hiç şeftali yememiş olmaya benzer." yaz günlerinin, yarı erimiş asfalttan buram buram yükselen sıcak dalgasının, boşalmış şehirlere hakim olan ekşimik çöp kokusunun denetimsizce ufukta göründüğü bu mevsim dönümü zamanında, ne zaman cehennem otoyolunda kenara çektiğim motoru su kaynatmış citroen ds'imin kaputunu açıp, ciğerlerime dolan duman eşliğinde boz-beyaz tavşanlar kusmaya başlasam, dedeyi cepten arayıp ağzıma geleni söyleme ihtiyacı duyuyorum. gidip manavdan turfanda şeftali istesem, meyve lekeli önlüğünün altından seçilen bir revolver belinde, sanırım bir colt 45, bozuntuya vermeden arkamı dönüyor, eller cepte, hızlı adımlarla uzaklaşıyorum.