Archive for Haziran 2009

  • meşru mermi

    0

    uğur kaymaz ın bedeninden çıkan her bir merminin ya da devlet terörünün yeni adıdır meşru mermi.

    uğur kaymaz ; mardin'in kızıltepe ilçesinde 21 kasım 2004'te henüz 12 yaşındayken babasıyla beraber öldürülmüş çocuktur. ölü olarak ele geçirildiği düşülmüştür kayıtlara, 12 yaşında bir bedenin. ayağında terlikleriyle polisle çatışmaya girdiği iddia edilmiştir; 12 yaşında bir çocuk, ayağında terlikleriyle , babasının yanında 9 tanesi sırtından toplam 13 kurşunla ,ölü olarak ele geçirilmiştir.

    tarihe kızıltepe davası olarak geçen davanın neticesinde; 4 polisin nefsii müdafa yaptığı tespit olmuş ve polisler beraat etmiştir. 12 yaşında bir çocuk bedeninde 13 kurşunla , polis amcalarının nefsi müdafaası ile ölmüştür. çocuk değildir o, ölü olarak ele geçirilen bir teröristtir devlet babasının gözünde. suçu; mardin in kızıltepe ilçesinde bir kürt ailenin çocuğu olarak doğmakla sabitlenmiştir. bu suç bu memlekette yeter de artar denilesidir zaten. 12 yaşındaki o bedenden çıkan 13 merminin her biri masumdur olabildiğine, meşrudur bu memlekette. vatanın birlik ve beraberliği adına sıkılmıştır o küçücük bedene.
    kızıltepe davasından çıkan sonuçtur bu! uğur ölünce ya da uğurlar öldükçe vatanın birlik ve beraberliği kopmaz bağlarla daha bir sağlamlaşmaktadır zaten. hem bu uğurda iki hafta önce 86 çocuğa cezalar yağdırılmamış mıdır zaten ? her şey vatan için sonuçta. çocukları , okullara göndermek yerine içeriye tıkmak da ya da ayağında terlikleriyle yemek yediği sofradan kaldırıp, dışarda 13 kurşun sıkmakta vatan için. birlik ve beraberliğimiz için. türk- kürt kardeşliği için, bölenlerin kalleş olduğu hani şu meşhum kardeşlik için.

    uğur , canım yanıyor. uğur, dilim varmıyor ne laf anlatmaya, ne tartışmaya. uğur , öldün ve seni öldürenlerin masum olduğunu öğrendik. uğur, bizi affet. o küçücük bedenden çıkan her kurşun meşru uğur. batıdaki çocuklara polis haftasında şeker dağıtan polis abilerin, sana kurşun verdiler uğur.
    çocuklar öldürülmesin değil mi uğur, şeker de yiyebilsinler !

    uğur; kardeşim! uğur; çocuğum! uğur, ez bı mırın!

  • pandorama

    3

    Gecenin sabaha dokunup kaçmak için aportta beklediği saatlerdi. Yerde rakıyla boşalmış rahatlama uykusuna yenik düşmüş bir kadeh, az ötesinde vuslata şahitlik ettiği için cezalandırılarak bitirilmemiş yarım dilim kavun duruyordu.

    Kızıla çalan kanepenin üzerinde kanepeden çaldığı renkleriyle saçlarını sereserpesermiş kadın, bukalemunluğuna methiyeler düzen rengahenk evinin ortasında imza gibi yatıyordu.
    Bacaklarını huzursuzca bitiştirmeye çalıştığı anda gözkapaklarını tam tersine evirmeye meyletti. Ancak ne bacaklarını kapatılmaya, ne gözleri açılmaya niyetliydi. Gözlerinin üstünde oturan iki küçük panda yavrusunu rakıya yordu da ayaklarının kavuşmamasını anlamadı kadın.

    Yine saatlerce suda kalmaktan pembeleşmiş topuklarına, şeftali çekirdeğine dönüşmüş sonra yine ütülenmiş gibi düzelmiş küçük ayak parmaklarına bir kez daha komut verdi. Tenine değen hışırtıdan anladı. Ayaklarının arasında sayfalarını açmış duran bir kitap vardı.

    Gece, rakısına eşlik eden sessizliğe çelme takmak, uyumadan önce bir şeyler okumak istemişti. Okumaya mecali olmayan gözlerini "sadece bakacağız" diye ikna ederek seçtiği Edouard Boubat ın fotoğraf sanatı adlı kitabıydı yataktaki arkadaşı.

    Kitabın kapaklarını ve sayfalarını kadını kucaklamak istercesine açmış olması ironinin ötesinde bir yerde, bir kaç saat önce ellerinde durduğu kadını sayfalarının arasına almak niyeti gibiydi.

    Fotoğrafa özne bir kadın, kitaba malzeme bir fotoğraf, kadına yaren bir kitap o gece sabaha kadar birbirlerine karıştılar.

    Sabah postacı kapının altından dışarıya atılmış siyah beyaz bir fotoğraf buldu.
    Fotoğrafta; açık bir kitap, kitabın bir sayfasında postacının elindeki fotoğrafta görünen kadın ve ayaklarının arasındaki kitabın fotoğrafı duruyordu.

  • hayat boş, eğlen coş

    0

    yine yeni yeniden merhaba. yar bana bir eğlence aman diyerekten hadi yazalım bişeyler bu taraflara, ne zamandır boşladım farkındayım ahanda geldim tekrar helolaloraya.

    ay şimdi ben neler anlatsam ki sizlere, nasıl derler bir böyle adam sendecilik, bir boşvermişlik, bir dünya yansa umurumda olmazcılık sarmış ki ne zamandır beni,bilmem sonum ne olacak? hiç umurumda değil memleket sathında olan bitenler yahut yakın çevremde kopan fırtınalar, kim ne anlatsa" ay şekerim olur öyle , geçer sonra ,boş işler bunlar diyorum sadece, hayat güzel be, yaşa geç " gibi muhteşem yorumlarla karşıladığım için, bir süredir bakıyorum kimse bana bişey anlatmıyor. neymiş benim aklım bu aralar başımda değilmiş, neymiş bu genel keyif hali ne kadar sürermiş. bu ne ayol? kıskançlar sarmış dört bir yanımı, gencim güzelim elbet gezerim.

    o değil de ( bu kadeh senin şerefine tembel cim , bu kalıbı dilime yapıştıran sensin) ; ne kadar konuşsak ne anlatsak boş ben bunu farkettim. geç oldu epey de, en azından uyandım, dünyayı kurtarma fikrimdem vazgeçtim ben. dünya kendini kurtarsın hatta mümkünse bana da bir el atsın. ben giyip böyle şıkır şıkır kıyafetlerimi, topuklu ayakkabılarımın üzerinde son derece zarif , şarap kadehim elimde boğazı izlemek istiyorum mesela, başka bir gün cihangirde merdivenlerde oturup serserilik yapmak sonra, hayattan keyif almak bu aralar tek derdim, öylesine boşvermiş o kadar serseriyim .

    ha bir de akp ye, akepe diyecek kadar da edepsizim, varın siz tahmin edin gerisini. sosyal mesajımı da verdim, feysbuktan vatan kurtarmış kadar oldum, ne kadar da mesudum. ne kadar da sosyalim, ne kadar da nmesaj kaygılı yazarım ben.

    hadi görüşürüz şekerlerim, arada gelir size yine el ederim.

  • içimizdeki ayak sesleri

    3


    siyah, beyaz, mor, fuşya, kahve, bej, yeşil. bağcıklı, fiyonklu, kelebekli, boncuklu, kurdelalı. parmak arası, spor, yüksek ökçeli -yalnız sayarken farkediyorum ki henüz yumurta topuklu olanı yok- yumurta topuksuzu. herbiri ayrı ayrı hem güzel, hem çok çekiciler. her biri ayrı ayrı rahat değiller ama.
    saymaya korkuyorum onları. tam olarak kaç çift olduklarını bilirsem kendim için bir yabancı olacağım. kendine yabancı, gerçek ihtiyaçları ile sahte ihtiyaçlarını ayırd edemeyen bir tüketici dişil. el adamı mı nedir?
    beğendiğim anda, ki bazen beğenmeye vaktim olmuyor gördüğüm anda çarpılıyorum. hepsini kucaklayıp evime götürmek istiyorum. gözüm dönüyor. kendimi tanıyamıyorum. eve geldikten sonra düşünmüyorum sanmayın. o tanıyamadığım gözü dönmüş canavarı karşıma alıp ''ne yaptın sen?'' diye soruyorum. cevabı kendisi de bilmiyor çoğunlukla. kitap alırken de oluyor aynısı. şimdilik kitap konumuzun dışında ama.
    bakmayın öyle, gugıl'ın derinliklerinde minik bir gezinti yapınca öğreniyorum ki yalnız değilim. bir ben değilim.
    madonna ayakkabılar için ''seks kadar iyi'' diyor ''üstelik uzun süre dayanıyor.'' sex and the city dizisinin bölümlerinden birinde carrie ayakkabıya harcadığı parayla new york' ta bir apartman dairesi satın alabiliceğini söylüyor. maksim gorki '' bir çift sağlam ayakkabı, davada başarı sağlamak için büyük savaşlardan daha yararlıdır.'' diye yazıyor.
    bilinen en eski ayakkabı oregon' un orta bölümlerinde ki fort rock mağazasında bulunan -neredeyse 10.500 yıllık- bir sandalet. kış aylarında mağaralarda yaşayan, yaz aylarında bataklıklarda avlanan bir kuzey amerikalı yerlisine ait.
    neandertallerin ayak kemikleri incelenip, 26.000 yıl önce yaşamış atalarımızın daha narin ayaklarıyla karşılaştırıldığında ayakkabının ayağın üzerine binen basıncı azaltması ve ayağa destek sağlaması nedeniyle ayak parmaklarını güçsüzleştirdiği sonucuna varılıyor.
    louisiana eyalet üniversitesinden bir uzman misseri'de bulunan yavşan kabuğu liflerinden yapılmış yaklaşık 8000 yıllık sandaleler üzerinde yaptığı incelemede hiçbirinin diğerine benzemediği sonucuna ulaşıyor. ''bu ayakkabıları giyenler yalnızca hayatta kalmak için mücadele ediyordu.'' diyor. '' her bir çifti diğerlerinden farklı. yapmak zorunda değillerdi ama nesneleri görsel açıdan alımlı hale getirmek , bir çift ayakkabıyı biraz daha karmaşık yaparak diğerlerininkinden farklılaştırmak insanın doğasında var. buradan anlıuyoruz ki farklı, ayırt edici ve güzel şeyler giyme tutkusu çok eski zamanlardan beri var. herşeyi dedemgiller başlatmış. balık baştan kokmuş. ben sadece bu geleneği sürdürmeye çabalıyormuşum meğer.
    ILC dover nasa için uzay ayakkabısı üretiyor. çifti yaklaşık 30.000 dolar civarında. bak benimkiler beleş nerdeyse.
    aydede çizmesi ay ayakkabısı yani çeşitli polyester katmanlardan oluşan iç bot ve iç botu kaplayan galoştan üretiliyor. ayakkabının eksi 221 ila artı 177 derece arasındaki sıcaklıkları kaldırabilmesi, mikrometeroidlere karşı dayanıklı olması ve aydedenin kayalık yüzeyinden zarar görmemesi gerekiyor. ay aracının iniş modülünden kilometrelece uzakta bozulması olasılığına karşın, astronotların rahat yürüyebilmesi gerekiyor.
    ayakkabının önemine çekiyorum dikkatlerinizi zira ay'a ilk bir ayak değil ayakkabı basıyor.neil armstrong'un 43 numero ayakkabıları. kimbilir belki de hala orada duruyor.
    apollo astronotları dönüş yolunda topladıkları taşların ağırlığını dengelemek için ayakkabılarını orada bırakıyorlar. ben olsam kendim de kalırdım orada. hayatta bırakamazdım ayakkabılarımı. ne baktın arkadaşım öyle? bu yüzden astronot değiliz olamadık işte. o değil helikopter alma hayalim vardı benim. hala var. o zaman çıplak ayakla dolaşabilirim dünyayı belki. du bakalım.
    adamın biri ''ayak erotik uzuv, ayakkabı ise bu organın cinsel örtüsü. ayakkabı erotik olan. ayağın pazarlayıcısı'' diye yazıyor. ayak fetişistleri üzülmesin fikir fena değil ama prens sindirella ablanın ayaklarının peşine değil, ayakkabısının tekinin peşine düşmüştü. hatırlatırım.
    stilettolar moda dünyasına 2. dünya savaşından sonra adım atıyor. stletto italyanca ''kama'' anlamına geliyor. topuğun nüvesinde çeli,ğin kullanılmasına ve topuğun daha ince olmasına olanak tanıyan teknoloji sayesinde ayakkabılar gökdelen gibi yükseliyor.
    anadolu' da ''dost başa, düşman ayağa'' bakıyor. memlekette her türlü bağ ''dost'' ''düşman'' çerçevesi dahilinde kuruluyor. hikayelerin tümünde, yaşamın içinde hep bir ''dost'' hep bir ''düşman'' var. peki düşman niye ayağa bakıyor? düşman bizzat kendi cevap versin bu soruya.
    anadolu'nun ayak sesi en basit ayakkabısı olan ''çarık'' ile yükseliyor. çarık, tuzla terbiye edilerek gölgede kurutulmuş tek parça gön ve işlenmemiş sığır derisinden yapılan ve deliklerine geçirilen şeritle sıkıca bağlanan bir ayakkabı. ayağa bez sarılarak yün çorap ile giyiliyor. saray halkı ise daha çok pabuç ve çizme giymeyi tercih ediyor. ''sarı çizmeli mehmet ağa'' var. o çizmenin bu çizmeyle ilgisi var mı bilemiyorum. bence var.
    daha sonra yemeni, başmak ve pek tabii ki takunya. ne yazık ki takunya izleyen yıllarda farklı algılanış biçimleri kazanmış olsa da - hemen gözlerimizin önüne ıslak dudaklarıyla necottin erbakan'ı getiriyoruz- aslında göçebe kültürüne yabancı, daha şehirli, daha sofistike, daha rafine bir hayatın yaşam biçiminin, hamamlı, konaklı bir hayatın parçası olarak biliniyor.
    sait faik bir öyküsünde küfeci çocuğun kirli, soluk, çıplak ayaklarına merhametle değil sevgiyle bakar. onu kucaklama, köşedeki kunduradcıdan ona lastik bir ayakkabı alma isteği duyar. aynı sait faik bir öykü daha yazsın. ben o öykünün kahramanı olayım. güzel ayaklarıma sevgiyle, -dilerse merhametle bile bakabilir- baksın. köşedeki kunduracıdan bir ayakkabı da bana almak istesin. alsın hatta. ayakkabı beni dilediğim her an olmak istediğim yere uçursun.