Archive for Şubat 2009

  • mutlu bir olay

    8

    iyice erkek öğrenci yurduna dönen helolalora?da bir tanecik hemcinsim bulunsun diye gösterdiğim çabalar nihayet meyvesini verdi, feminen yazar queenie, elinin hamuruyla aramıza katıldı değerli okurlar.

    bu mutlu olayı balık pazarı'nda bulunan tarihi cumhuriyet meyhanesi'nde soğuk rakılar eşliğinde kutladıktan sonra, aznavur pasajı'nda optik maksut ağabey'e uğrayıp yeni grup fotoğrafımızı çektirmeyi de ihmal etmedik elbet. fantaghiro sırf bu resim için çin'den geldi, ona göre kıymetini bilelim.


    helolalora? ekibi toplu halde. soldan sağa: ahmak ı hayal, eleanor, tembel, vandal, queenie, fantaghiro. (foto: ajans maksut yashica.)

  • bakla

    7

    oh mondöğ! soğuk bir perşembe günü. hıh, böyle bir ifadeyle başlayarak söze enteresan (!) bir hava da kattık. aslında anlatmak istediğim ne kadar aç olduğum. saat an itibariyle tam 15:07 yani üçü yedi dakika sonra. açlıktan ölmek üzere olduğum şuan aynı zamanda aranıza katılmakta olduğum an. peki bu ne demek?
    bu öğlen menüde bakla vardı yiyemedim, açım ve uzun zamandır adam gibi yazamıyorum.
    ''Helolalora?'' oldukça ilginç.
    itü sözlüğün pek değerli, çılgın bizim cenah kalemlerini bir arada görmek ve yeniden yazabilmek güzel şey. fevziye egal güzel yemek yapar gibi. karnım doyarsa yeniden yazarım sanki.

    very special thanks: pek tabii ki samet

  • ağır ağır ağar

    3

    size de oluyor mu bilmem? doluyor musunuz bazen? içinizden kocaman küfürler etmek geliyor mu gazete okurken ya da televizyonda haberleri izlerken?

    uzundur televizyonla bir münasebetim yok. o öyle bizden bağımsız duruyor evin bir köşesinde. çoğu zaman unutuyorum da varlığını. ama hatırlamak gerekiyormuş arada

    mesela ağar ın sayın mehmet ağar ın susurluk dolayısıyla ifade vermeye gidişini görmek için, keşke haberleri izleseymişim en azından dedim.

    sayın mehmet ağar, en son dyp inin genel başkanlığı görevinde bulunmuş, bir ünlü, bir büyük, hem de büsbüyük türklerden. en türklerden hem de. abdullah çatlı, korkut eken, doğan güreş ve ibrahim şahin gibi . onlar da en türklerden çünkü. abdullah çatlı öldü malumunuz. elim bir kazada kaybettik kendilerini, aslında daha ne hizmetlerde bulunacaklardı bu şeytan dörtlüsü ya da beşlisi ama , biri gitti işte. susurluk denen meşhum kaza. emniyete ait silahların çıktığı bir arabada bir milletvekili-sedat bucak-, bir emniyet görevlisi -hüseyin kocadağ-, bir de adı uyuşturucuya, insan ticaretine ve cinayetlere , daha nelere karışmış bir ne olduğu kendinden menkul bir şahıs - abdullah çatlı-, bir de bi tane kadın- adını hatırlamıyorum- bulunuyor. mafya, siyaset ve emniyet, üçü bir arada. peki hanginiz şekersiniz? o dönemki emniyet müdürü de mehmet ağar, şimdi soruyorlar emniyete ait olan silahların bu arabada ne işi var? ben bilmem diyor, karışmıştır falan. nerden haberi olsun koskoca emniyet müdürünün 3-5 silahtan? hem ben çatlı yı tanımam diyor bir de. ama korkut eken le, ibrahim şahin i tanıyor. onların bu vatana çok büyük hizmetleri geçmiş vatan evlatları olduğunu söylüyor.

    emniyet mehmet ağar dı bir dönemler, o ne yaptıysa bu vatan için yapmıştı. ölüm timleri kurulmuştu misal, istanbulda şakır şakır insanlar ölüyordu. adapazarı- hendek- düzce arası ölüm ovasıydı sonra, kaç kişinin cesedi burada bulunmuştu. ohal bölgesine hiç değinmiyorum, yeşil başlıbaşına yetiyordu , özel harekatla beraber tabii. ayhan çarkın ı falan da tanımıyor bu arada, ismini falan duymuş o kadar , ama onu eğiten korkut eken i yere göğe sığdıramıyor.

    bir konuşsa taş yerinde durmaz hani. öyle deyip duruyor. ne yaptıysa vatan için yaptı tabii . bunu da ekliyor.

    benim aklımda bir görüntü, cumartesi anneleri, ellerinde çocuklarının resimleri, gözaltına alınıp da kaybolan çocuklarının, mehmet ağar emniyet genel müdürü o vakitler, kapısına gitmişler, sen bilirsin nerede çocuklarımız, görüşmeye bile almamıştı mehmet ağar, yaka paça atıldı o kadınlar, o acılı anneler, sonra mehmet ağar çıktı ağzında aynı türkü, vatan millet sakarya.

    iktidar nedir? iktidar insanın içindeki en eski en hayvani arzusunun meşrulaştırılmasıdır. öldürme arzusunun. medeni hayatın, mesafelerle ördüğü birbirine dokunmama temelli sosyal yaşantısının gücü elinde bulunduranlarca yıkılmasıdır. dikkat edin, en ürktüğümüz yabancı bir insanın bize dokunmasıdır. bunu engellemek için özel arabalar alır, evimizi türlü güvenlik önlemleriyle donatırız. sokakta mümkün mertebe kimseye çarpmamaya özen gösteririz. bize dokunanlar yalnızca yakınlarımızdır, taraflar birbirine dokunuyorsa ortada bir tanışıklık vardır. işte iktidar bu yasağı tek taraflı yıkmaktır. o bize dokunabilir, alıp evimizden bilmediğimiz bir yerlere götürebilir, o bizi öldürebilir. aslan olmak demektir, iktidar sahibi olmak, tarihte nerdeyse tüm krallar aslanla özdeşleştirmiştir kendini. aslan nasıl ortaya çıkıp avına doğru yol alıp , sorgusuz sualsiz kükreyerek önce gelişini belli eder ve sonra da gidip pençeleriyle avını kapar ve parçalarsa, iktidar sahibi de öyle gelir, göstere göstere diğerlerine sizi alır ve ne isterse yapar.

    aslandı bir dönemler ağar, bakmayın süt dökmüş kedi gibi durduğuna

  • roland barthes

    0

    fotoğrafı çeken kişi. sizsiniz. orada duruyorsunuz. parlak kağıdın ya da ekranın -tual sanatçının ekranıdır- sınırlarında başlayan, sınırı geçebildiğinizde geriye doğru çekilebildiğiniz belirsiz alanda. varlığınız ellerinizde tuttuğunuz görüntüye bağlı. o anda görüntüyü elinizde tutttuğunuz gibi şimdi de görüntüyü elinizde tutuyorsunuz. kağıdın düzleminde size en yakın olan kişi sizsiniz. o'nu göremiyor, o'nun görüntüye baktığı gibi görüntüye bakıyorsunuz. güneşin size mekan, napoleon'un ise zaman içinde uzak* olduğu gibi o artık; resmi birkaç dakika önce çekmiş olsanız da size en az ve en çok napoleon kadar uzakta. sonsuzluk ve bir gün* kadar uzakta.

    " uzun zaman önce bir gün, napoleon'un küçük kardeşi jerome'un 1852 de çekilmiş bir fotoğrafı elime geçti ve bu güne dek hiç dindiremediğim bir şaşkınlıkla şunu fark etmiştim o zaman: "ben imparatora bakan gözlere bakıyorum." ancak hiç kimse paylaşır ve anlar görünmediğinden (yasam bu küçük yalnızlık darbelerinden oluşur), unutmuştum bunu. fotoğrafa olan ilgim sonraları daha kültürel bir yöne döndü. fotoğrafı sinemaya karşı sevdiğime karar vermiştim; ancak yine de bu ikisini tam anlamıyla birbirinden ayıramıyordum. bu soru giderek daha ısrarlı hale geliyordu. "varlık-bilimsel" bir tutkuya kapılmıştım: ne pahasına olursa olsun fotoğrafın kendi içinde ne olduğunu, görüntüler topluluğunda hangi temel özelliklere ayrıldığını öğrenmek istiyorum." diyor roland barthes. roland barthes demeyi seviyorum. aklıma ne zaman bu pasaj gelse yolumu kısaltacağına uzatıyor. fotoğrafı çeken kişi olarak yer aldığım tüm o fotoğraflarda bana bakan gözlere bakıyorum. gözler hem kağıdı elimde tutan bana hem de fotoğrafı çekmekte olan bana bakıyor. madde bir yerden bir yere akar ve anlık olarak o anda, fotoğrafı oluşturan tüm görüntüler topluluğunu bir araya getirirken* fotoğrafı çekilen tek bir varlığa dönüşüyorsunuz. dahası o anda orada olmak zorunda olduğunuz gerçeğiyle yüzleşiyorsunuz. çünkü oradaydınız ve artık bunu değiştirme şansınız yok. küçük bir zaman yolculuğuna çıkıp o ana dönüp o anı değiştirseniz bile, bu yine de bir zamanlar orada bulunmuş olduğunuz gerçeğini değiştirmiyor.

    "ne zaman öleceğimizi bilemememiz nedeniyle, hayatı sonsuz bir kaynakmış gibi düşünürüz, ama her şey sadece belli sayıda gerçekleşir ve gerçekten bu da oldukça az sayıda olur. hayatınızı onsuz düşünemeyeceğiniz denli derin bir biçimde varlığınızın bir parçası olmuş, çocukluğunuzda yaşamış olduğunuz bir öğleden sonrayı daha kaç defa hatırlayacaksınız? belki dört veya beş kez daha, belki o kadar bile değil. dolunayın yükselişini daha kaç kere izleme şansınız olacak? belki yirmi kez daha. ve yine de her şey sonsuzmuş gibi görünür"*

    helolalora? tuhaf, görüntüler önemli, roland barthes demek güzel.

  • benden güzel var mı dünyada?

    7

    yansımaların olmadığı bir dünya oldukça tuhaf bir dünya olurdu. ya da olmazdı. çünkü o zaman yansıma diye bir fenomenin bilgisine sahip olmazdık. yine de tek yumurta ikizlerinin kıymete bindiği bir dünya olurdu diyebilirim. birbirine bakıp saçını falan tarayabilen tipler. biz tekizler ise gözlerimiz şaşı ve komik bir şekilde ancak burnumuza bakabiliyor olurduk. pamuk prenses masalının en can alıcı -zehirli elmadan sonra, o mecaz falan içermeden direkt can alıcı- bölümlerinden olan ve literatürde sıklıkla kullanılmış olan “ayna ayna söyle bana...” repliği de olmazdı mesela. narkissos suya eğilemezdi. eğilse bile sadece su içmek ya da yüzünü yıkamak için eğilirdi. düz ve oldukça saçma bir mantıkla yansıma olmasaydı narsisist olmazdık ve nergis çiçeğinin ismi belki de muzaffer olurdu. benlik bilincimiz bir tür sekteye uğrardı. lacan'ın ayna evresi teorisini yaşayamaz, kaybettiğimiz birlik duygusunu tekrar kazanmak için dili keşfedemez ya da daha geç keşfederdik. "ben"/"diğerleri " ayrımımız şimdiki kadar keskin hatlara sahip olmayabilirdi. yüzümüz hakkındaki bilgimiz sevdiğimiz bir roman kahramanının zihnimizdeki izdüşümü kadar belirsiz ve uçucu olurdu. aynada kendimize bakıp sorduğumuz “kimim ben?” sorusunu ellerimizi öne doğru uzatıp onlara bakarak sorardık. kimlik ya da sahtelik gibi konularda yazdığımız yazılarda o güzelim ve yorgun ayna metaforunu kullanamazdık. edebiyat dünyası aynasından yoksun kalırdı. resmin, fotoğrafın, sinemanın da olmadığı bir distopyadan bahsediyoruz. -vandal, tüm imkanlarını yok etmek yazının görevi olmalı- böyle bir dünyada, hiç kuşkusuz maskelerin önemi de artardı. hatta insanoğlu göremediği yüzünden sıkılıp maskeden de olsa bir yüzle dolaşmak isteyebilirdi. hayatı boyunca tek bir maskeyle dolaşmak ya da istediği an yüzünün görüntüsünü değiştirebilmek gibi bir şansa sahip olurdu. resmin olmadığı bir dünyada maskeler olur muydu, estetik cerrahlarının bu distopya içindeki konumları nasıl olurdu, bu soruların cevaplarını bimiyorum vandal. üzerime gelme bu kadar. bildiğim tek şey samet'in bu distopyadan en az zararla kurtulacağı. şanslı piç.

    special thanks: ersen, ve dadaşlar.

  • yeşil biber

    2

    geldim ya şimdi buraya,bu heyyamola ya, hani ne zamandır da yazmıyorum hiç bir yerde, nasıl dolmuşum yarebbim. ha bire yok ona laf at, yok buna sataş. o ile bu da, ahmak la - itüsözlükteki sıfatıyla bizim ahmak, lan ne karizma yaptıydın laf aramızda adına başlık açtıydı dka, hey gidi günler hey- ekürisi tembel. sataşmadan güm geçmiyor du bakeli nolcek? bu heleloyloy da fena yer değilmiş hani. gerçi söylüyorum gel vatandaş, geyiğin hası burada, güldürürken düşündüren , düşündürürken kasıkları titreten yer ; heyheyde yine de hey hey falan diye de , ağırdan ağırdan dolar buralarda. biz de başlarız artık, na buralar hepiciği dutluktu falan. karadutum, çatalkaram, çingenem...

    e bulaştı azcık nar ekşisi yalnızlık falan.

    imdat lan ? sesimi duyan yok mu?

    kendimi biber gibi hissediyorum, yemyeşil böyle vitamin deposu. hayırlara çevir yarebbim!!!

  • varolmanın dayanılmaz

    9

    ayna, şüphesiz ki insan uygarlığının en önemli icadıdır. (yazıya böyle fazlasıyla iddialı ve görünürde temelsiz bir önermeyle başlamayı her zaman çok sevdim. aniden sahneye fırlayıp basit ama dinamik bir gitar rifine girerek izleyicinin ilgisini canlandıran rock müzisyenleri gibi hissettim kendimi. ilkokulda kompozisyon yazdığım sırada "tarih boyunca insanoğlu osurmuştur" gibisinden nereye gittiği belirsiz açılış cümlelerinde kendini gösteren bu deformasyondan, görüldüğü gibi, eşşek kadar adam olduğum şu çağda hala vazgeçebilmiş değilim. ne diyorduk? ayna.) ayna, insan uygarlığının, en önemli olduğu kadar, en tehlikeli icadıdır da aynı zamanda. insanı algı ile akıl arasındaki korkunç ikilemin dipsiz uçurumuna savuracak güçte bir cihazdır ayna. stephen king'in kumsalda tek başlarına duran boyut kapılarını akla getirelim burada. (bkz: the drawing of the three)

    aynada kendinize bakıp "bu karşıdan bana bakan yüz de neyin nesi böyle?" diye düşündüğünüz zamanlar mutlaka olmuştur. şahsen benim aynaya bakarken ikinci en sık verdiğim tepki budur. insanın aklıyla düşünüp, çeşitli yargılara vararak, kendince rasyonel bir temele oturttuğu kendi varoluşu ile, aynada bütün çıplaklığıyla gördüğü, yani beş duyusundan birincisinin merceği vasıtasıyla algıladığı varlık arasındaki ikilem, üzerinde düşündükçe, varoluşu reddetmeye kadar vardırmıyor değil. duyularımızla algıladığımız ya da bir biçimde deneyimleyerek bilgisine sahip olduğumuz her şeyin son tahlilde aldatıcı olduğunu söyleyen parmenides, kendi varlığını ancak ondan duyduğu şüphe üzerinden somutlaştıran descartes, bütün bu name dropping kahramanlarının bir ayna karşısında (diyelim traş olurken) duyacakları dehşeti hayal etmek bile tüylerimi ürpertiyor. filozofların yağlı boya tablolarında neden sürekli saçı sakalına karışmış insanlarla karşılaştığımızın cevabı da burada gizli olabilir. bir başka programımızda da bunu irdeleriz.

    aynayı kırmak, bilindiği gibi, büyük sembolik değeri olan bir eylem. bu sembolik değerin, en azından bir bölümünün, algı ile akıl arasındaki bu ezeli çekişmeyi ortadan kaldıran yapısından kaynaklandığını düşünüyorum. aynayı kırmak, kendi varlığını, dış dünyadan bağımsız olarak kurduğu rasyonalite içinde hapsetmek, ya da bir diğer bakış açısından, dış dünyanın aldatıcı sinyallerine bağımlı, kusurlu bir araç olan algının prangalarını kırmak şeklinde açıklanabilir bilinç altında.

    ayna göndermesiyle başlayıp bitirdiğim bu kolajda en azından alice'ten hiç bahsetmemiş olmanın kıvancıyla sormak istiyorum o zaman: aynada kendi kişisel not defterinize bakarken aklınızdan geçenler nedir? malum, biz helolalora?da genelde soru soruyoruz; pek cevap vermiyoruz.

    special thanks: milan kundera, john berger.

  • Disipline Riayeti Yeterli Görülmedi

    0

    ir şarkıdır yaşamak mı desem, yoksa şiir tadıyla yaşayalım mı? böyle beylik laflarla işim olur mu? olmaz be sayın amirim. ben beylik yaşamaktan yanayım, laf etmekten ziyade. bir yerde bulunduğunda varlığınla ben burdayım diyorsan, bağır çağır olmadan, tarzınla işte bu dedirtebiliyorsan, insanların aklında ismin geçtiğinde bir fikir oluşuyorsa yaşıyorsun arkadaşım derim ben işte.

    çok şükür, hiç silik olmadım be sayın amirim. senin gibi gölge misali yaşamadım ben. hani senden daha büyük,büsbüyük amirler gelince birden gölgeleşiveriyorsun ya onların ardında, yok oluyor ya tüm kimliğin, bir iz haline dönüşüyorsun ya , ha ben işte hiç öyle olmadım. benden daha büyük, büsbüyük hiç bir insan yok benim gözümde, öyle el pençe divan durmadım. nasıl yapıyorsun da bir hiç oluyorsun hemen öyle hiç anlamadım.

    çalışıyorum, sayın amirim sizin emrinizde. her sabah mide bulantısıyla uyanıp gidiyorum o yarı açık cezaevine. her sabah aynı hallerle kalk, elini yüzünü yıka, üstünü giyin, makyajını yap , hazırsın fırla. her gün geç kalıyorum ya hani, içimden gelmiyor oraya gelmek de o yüzden işte. her sabah ayaklarım geri geri gidiyor, önce ayaklarımla savaşıyorum, laf anlatıyorum onlara gitmek zorundayız, ben de istemiyorum ama para lazım be güzellerim diyorum, anlaşıyoruz ayaklarımla ve geliyoruz sonra beraber. sonra aynı zırva muhabettelerle dolu, aynı saçma işleri yapmaya ve sizi çekmeye devam ediyoruz. beni görüyorsunuz , hiç bişey demeden yanımdan geçiyorsunuz. bana küssünüz biliyorum. hani ayağınıza çağırdınız da ben gelmedim, bir arkadaşı yolladım elinde sizin görebileceğiniz ama görmeyi başaramadığınız, kafanızın basmadığı ve sizi aptal yerine koyan bir yazıyla. hani sinirden gözleriniz dönmüş ya, ben o esnada çok eğleniyordum be sayın amirim. bir kez daha aptal yerine koymuştum sizi, again ,again...

    benden nefret ediyorsunuz, haklısınız. sizin yerinizde kim olsa nefret ederdi zaten. yani o kadar insanı idare ediyorsunuz ama bu kadını idare edemediniz be sayın amirim. vaz geçemiyorsunuz da kafası basan kaç elemanınız var ki sanki. işte ben bunu biliyorum sayın amirim. bana muhtaçsınız. yer yer dolaştırsanız da, sürmekle atmakla tehdit etseniz de bana muhtaçsınız. akıllıyım sayın amirim, sizin de bildiğiniz üzere ve çok eğleniyorum hem sizinle, hem de tüm simgelediklerinizle.

    bu kadının sorunu ne demişsiniz ya hani? sorunum uyumsuzluğum be sayın amirim. her daim uyumsuzdum, sizin suçunuz değil , lütfen ağlamayın. disipline riayetim yeterli değil. ha işte ondan. sizden ve simgelediğiniz herşeyden nefret ediyorum, tüm kurumsallığınızdan, kurumlarınızdan, devletten, polisten, vergiden v.b. hepsinden , tamamen nefret ediyorum. beni bunlarla boğmaya çalışan herkes de dahil bu nefrete. illa onlar gibi olmamı diretenlerden. evlen artık diyenlerden. bir kadının sadece kadın olması gerektiği düşüncesinden, özgürlüğümü elimden almaya çalışmanızdan. saçma sapan cümlelerle aklıma girmeye, kimliğimi kişiliğimi ezmeye çalışanlardan, sahte sahte günaydın deyip arkamı döndüğüm anda dedikodu mu yapan o kadınlardan, beni nasıl nerede yatağa atacaklarını planlayıp bunun için yıllardır uğraşan o adamlardan, tüm sahte ve yalan dolan ilişkilerinizden, sizin küçük burjuva ahlak anlayışınızdan, burjuva özentisi yaşamları gözüme doğru olan bu diye sokanlardan, tüm doğrularınızdan ve yanlışlarınızdan nefret ediyorum. birileri bir yerlerde özgürlük uğruna ölürken , başka birilerinin burada bilmem ne marka kıyafeti alamadığı için ağlayan kızını anlatmasından nefret ediyorum. tüm bu saçmalıkların onları tek bir tornadan çıkmış aynı suntalara çevirdiğini göremeyen insanlardan.

    sorun sizde değil be sayın amirim, sorun ben de. lütfen anlayın , muhitimize geldik peşimi bırakın!

    belki de şimdiye dek hakkımda verilmiş en doğru karar bu be sayın amirim. gözlerinizden öperim

  • mega transfer

    10

    göz bebeğiniz helolalora? ara transfere hızlı girdi. itü sözlük'ün değerli ve şiddetli kalemlerinden eleanor, altı ay kadar süren yalvarma seanslarımız neticesinde, iki milyon dolar garanti + yazı başına para, florya'da triplex villa ve lüks bir 4X4 karşılığında prensip anlaşmasına imza attı. pek iyi neden eleanor? çünkü yaşam dinamittir.

  • her şey yolunda

    0

    - hadi ya, öyle mi?

    bakınız, büyük türk düşünürü robert browning ne diyor:

    THE year's at the spring,
    And day's at the morn;
    Morning's at seven;
    The hillside's dew-pearled;
    The lark's on the wing;
    The snail's on the thorn;
    God's in his heaven-
    All's right with the world!

    daha sonra silah işinden parayı vuracak bob amcanın pippa's song adlı bu manzumesi ilk yayınlandığında (nereden baksan seksenli yıllar) bayağı tartışma yaratmış. tanrı cennetinden bizi gözettiği için mi dünyada her şey yolunda, yoksa cennetinde oturup etliye sütlüye fazla bulaşmadığı için mi? günümüzde bu tartışma yeniden başlıyor, ona göre.